23 Aralık 2014 Salı

Gündönümü - En Uzun Gece

Çiçekçi otelin önüne arabayı yanaştırır ve içinden dev bir çelenk indirir.
Üzerinde "1708 numaralı odada ölen kızın anısına" yazmaktadır...


Hazin kanlı veya siyah bir hikaye değil bu. Ama anlatmayı seviyorum. İçinde yılların hapsolduğu değişik duygular var. Korku, sevgi, kibir, bağımlılık, zayıflık, güven, güvensizlik, sadakatsizlik, tutarsızlık, tutku var. Mazoşist, hümanist, sadist, narsist dürtülerin savaşını anlatan ve tabi sonu ölümle sonuçlanan küçük bir hikayecik.

Burası, güneylerde, Akdeniz'in güzel sahilleriyle bakışan, oldukça güzel bir otel aslında. 23 aralık gününü 24 aralık gününe bağlayan bu uzun gecede (gündönümü), bu güzel otelin 1708 numaralı odasının loş ışığına yerleşen kız ise eşyalarını bir kenara atmış, hayattan tedirgin bir şekilde yatakta oturmaktaydı. Telefona bakarken, aramakla aranmamak arasında gidip gelmekte, saatler hızlıca 11'e yaklaşırken, içi giderek yalnızlaşmaktaydı. O gece de yine daha önceki geceler gibi her şeyden korkuyordu. Bir çok insan gibi, klasik bir duygu yerleşikti aldığı nefeslerinde; kalmak istemiyordu, gitmekse zor geliyordu. Ellerine, gözlerine, aklına, gücüne ve en kötüsü de kalbine güvenmiyordu. Aldatıldığı aklının ucundan bile geçmiyordu, zaten aldatılmak ne demekti ki? Yatağın diğer ucundaki telefona baktı bir süre, sonra eline aldı ve aramaya başladı...

Derken odanın kapısı telaş içerisinde çalmaya başladı. Zaten korkuyordu, bu kapı sesiyle gözleri iyice açıldı. Kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Kim gelmiş olabilirdi ki?

"Yok canım o olamaz, henüz olmaz" diye geçirdi içinden.



Yok olmaz erken daha, biraz geç kalın ne olur
Hiç hazır değilim henüz...
Ne olur baharlarımı bırakın bir süre daha
Tanıdık değil bana güz...

Odanın ışıkları loştu. Belki güzel bir odaydı ama o farketmiyordu. Sadece kapıya odaklanmıştı, bir de soğuk duvarlara. Kapı ona, o kapıya bakıyordu. Birden dışardaki ses "hemen kapıyı açman gerekiyor, artık kaçamazsın" diye bağırdı. Sesi tanımıştı aslında, yabancı değildi. Korkuyordu, olamazdı ki, henüz çok erkendi... Neden neden neden? Neden bu kadar erken? Böyle anlaşmamıştı hayatla. Onu içeri almak istemiyordu ama çok inatçıydı, gitmeyecekti. Besbelli bu gece uzun olacaktı...

İstemeden de olsa kapıya doğru yöneldi, gözlerini kırparak korku ve endişe içinde delikten baktı. Evet gerçekten oydu. Ama neden?

Ölüm her aklına geldiğinde
Ah edip, vahedip inleme
Bu halinle tanrıyı incitmiş olacaksın
Ecel kapını çaldığı zaman, evi telaşa verme
O geldiği zaman, sen gitmiş olacaksın

"Delikten baktığını biliyorum, kapıyı artık açar mısın" diye tekrarladı dışardaki adam. Kapıyı açmaktan başka ne yapabilirdi ki? Henüz hiç bilmediği, tatmadığı bir teslimiyet duygusunu kalbine buyur etmeye hazırlanıyırdu. Bugüne kadar hiç teslim olmamıştı. Kız elini titreyerek kapının koluna götürdü ve yavaşça tuttu. Durdu, düşündü yeniden ama ne yapsa da bu adamla anlaşamayacaktı bu gece, onu ikna edemeyecekti. O ne isterse yapmak zorundaydı Kapının kolunu indirirken, işte o film şeridi hızlıca akıp gitti yanından...

Sevildiği günleri, sevmediği insanları düşündü, kalbini düşündü, aklını düşündü, yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını, izlediği dizilerin henüz çekilmemiş bölümlerini, göremeyeceği teknolojik gelişmeleri, sahip olduklarını, gittiği yolları, hiç gitmediği ama gitmek istediği sahilleri... Hafızası bile tam dolmamıştı, biriktirecek ne çok anı vardı... Hayallerini, dostlarını, ailesini düşündü ve hissetti: bu gece uzun ve "son" olacaktı...

Kapının kolu iyice indiğinde çıkan kilit sesiyle dünya tabiki yankılanmadı ama onun dünyası biraz sarsıldı. Kapıyı hafifçe aralarken başını kaldırdı ve kapıda onu bekleyen adamla gözgöze geldi. Adam kapıyı itti kızın üzerine doğru ve kız birden sendeledi. Yere düşmek üzereydi ki adam kızı kolundan yakaladı ve yatağa doğru itti. Kız korku ve panik içindeydi. Ağlamaya başladı. Anlamıyordu. Bütün bunlar neden oluyordu?

"Bu bedenden artık gidiyorsun, bu gece son" dedi. Adam ona "git" dedi. "Bu dünyadan git" dedi.
Kız uyuşmaya ve kıvranmaya başladı, sonuçta ona karşı gelemezdi, adam güçlüydü. Sigara yaktı arka arkaya. Odanın loş ışığının ve beton duvarlarının arasında bu acıyı çekecekti. Ayrılmak hiç de kolay değildi. O kadar bağlıydı ki bedenine, milyarlarca hücreden kopmak hiç de kolay olmayacaktı. Tek tek kopuşunu izlemek, hissetmek ve savaşmak çok acıydı.

Bugün hesap günü vakit tamam
Son ışıklar söner biter akşam 
Dışında karanlıkların dışında yalnızlıkların 
Hep kendi yolunda yürür zaman.

Gündönümü gelmişti, bu geceden sonra geceler kısalacaktı belki ama bu gece çok uzun ve çok zor olacaktı... Ama savaş çoktan başlamıştı, gecenin gündüzle savaşı... Gecenin gündüze boğun eğmemek için çabası...

Kızın elleri, kolları uyuşmaya, gözleri ise şişmeye başlamıştı. Adam ise sadece izliyordu, belki o da haklıydı. Kız iyi bakamamıştı bu emanete, teslim etmesi gerekiyordu mutlaka. Teslimiyet duygusu nefesinden içeri, kalbine girmeliydi artık. Oysa nefes alamıyordu sanki. Havadaki oksijen ve azot oranı ve hatta diğer gazların oranı ders kitaplarında yazdığı kadardı ama sanki onun ciğerlerine başka bir şey dolmaktaydı.

Hava kirli gibiydi,

1708 numaralı oda ise soğuk ve loş bir odaydı.

Kızın ciğerlerindeki alveoller büzüşmeye başladı. Nefesin olmadığı yerde ölüm vardı. Birbirlerine baktılar, kız kıvranmaya başladı. Midesi, gözleri, bacakları, beyni her yeri uyuşuyordu. Onu sevenleri düşündü, sevmişler miydi ki gerçekten? Yoksa sevmiş gibi mi yapmışlardı? Ya da sevmişlerdi de sonra birden vaz mı geçmişlerdi? Aldatmışlar mıydı? Peki ya o kendini ne kadar seviyordu? Belki de kendi kendini aldatmıştı. Aklını kaçırmak üzereydi...

Kaç mevsim aşk pazarında geçti yalanlarla
Düş sattım aldanmışlara
Aklım kaçıverdi elimden bir gece vaktiydi
Sevdiğim başka sevenim başka

Bütün bunlar ne için oluyordu, ne kadar hazırlıksızdı, ama bu emanete iyi bakmamıştı. Suçluydu belki de, hatalıydı, yanlıştı. Çok kızdı birden kendine. Hem kendisini sevmiyordu hem de bu bedeni fazlasıyla hırpalıyordu. Kıvranarak fırladı yataktan, kendini çıkarmaya çalıştı bu bedenden. Kanlı bir ayrılık değildi bu, sadece zordu. Ama farketti ki kalbi çoktan bırakmıştı onu. Çok yorgundu kalbi, çok çarpmıştı boşuna... Kalbine baktı, onu çoğu zaman dinlemişti, ama son zamanlarda onu çok yormuştu, dışlamıştı. Kalbi yanmıştı, ona zaten çoktan küsmüştü.
Aşk bitti
Elimden sanki minik bir balık kayıp gitti


1708 numaralı odada o gün sessizce kıvranarak ölen bu kız çok düşündü niye öldüğünü... Oysa cevabı çok basitti...


Ben ölmeden önce, bir sürü dostum vardı
Ben ölmeden önce, bir sürü düşüm vardı
Ben ölmeden önce, bir sürü aşkım oldu
Ben ölmeden önce, bir sürü hatam oldu

Ölüm, yeniden doğmak içindir.

Bazen bir yabancıdır o. Bazen çok yakındır, sevgi doludur. Bazen korkunçtur, bazen sevimlidir. Bazen büyüktür, bazen çocuk, bazen arabadır, trendir, uçaktır... Bazen uzun süre yanınızda kalır, bazen bir anda çıkar gelir. Bazen evinizde yaşar, bazen sokakta köşe başında bekler, bazen de kapıdadır. Anlamazsınız, sizin elinizden tutarken sizi bir adım daha ölüme yaklaştırır.

Sonuç olarak: Herkesin Azrail'i başkadır. 

23 aralık, 24 aralık'a bağlandığı gece, gündönümüdür. Bu uzun geceden sonra geceler dakikalarını gündüzlere emanet edecek, gündüzler dakika dakika yerleştikçe, herşey daha görünür olacak, yeni bir çiçek açacak, yeni bir nefes alınacaktır. Her gündönümünde bu böyle olmuştur. Her gecenin güneşe boğun eğdiği gibi, her ölüm de yeni bir doğuma boyun eğecektir.
                                                                                                                         

Ölmeden önce ölünüz (Mevlana)

6 Aralık 2014 Cumartesi

Eski Sevgiliden Kalma Eşyalar Müzesinde Sergilenen Yıllanmış Şarap





Eski sevgiliden kalma eşyalar müzesi yıkılacakmış dediler, ben de hemen gittim. Müzeye bağışladığım özenle tadarak alınan ve birlikte içme hayalleri kurulan bir şarap vardı. Madem müze yıkılıyor, şarabı müzeden alayım da artık orada hapsolmasın, kapağı açılsın, önce buruk kokusu çıksın istedim.

Sonra da sindire sindire içmek... İçeyim ki, sarhoş olayım biraz, hatta hızlı içeyim de uyuşayım istedim.

Şarap molekülleri kanıma karışıp hücrelerime girerken, hücrelerimde yer etmiş artık sadece tortusu kalmış bir kaç anının da hücrelerimi terketmesini ve alyuvarlarımla kalbime taşınmasını burda ise buharlaştıktan sonra nefes yoluyla dışarı atılmasını istedim.

Bu şarap aslında çok acılı bir aşk hikayesinin simgelerinden biri değil. 
Sonuçta ne Çalışkuşu romanında, yaşlı bir kadınla aldatılan Feride gibi Anadolulara sürükledi, ne de Aşk-ı Memnu'daki korkak Behlül yüzünden çaresiz kalan Bihter gibi intiharlara. Ama benim canımı acıttı!

"Eski sevgilin bu şarabı aldıran kadınla kaçmış" diyenler oldu... Feride gibi yaşlı bir kadınla aldatıldım sanırım :( Bu şarap bazen aldatılmışlığımı hatırlattı, bazen de iyi kalpli adamın kurt adama dönüşünü... Kendinden korkan kurt adam!

Ama şarabın ne suçu vardı, ya da müzedeki diğer eşyaların. O eşyaları da aldım. Şarabı içtim, ama diğer eşyaları saklıyorum. Torunlarıma vasiyetimde yazacağım, bu eşyaların Anadolu MedeniyetSİZleri Müzesi'ne bağışlanmasını.

Şimdi hafiften kötü cümleler de kurdum ya, kimse üstüne alınmasın, bu hikayedeki kimseye ne iyi ne kötü demiyorum, suçlamıyorum. Sonuçta, şarabı benimle içmek istemedi, ne bu şarabı ne başka bir şarabı. Olay bu kadar basit! Ayrıca bu çok acılı bir aşk hikayesi de değil, sadece benim canım biraz fazla acıdı. Hem bunlar benim duygularım. Ve benim duygularım kimseyi çok kötü, iyi, önemli, mükemmel, harika, sevgisiz, kaba, kibar, sevgi dolu veya nefret dolu yapmıyor. Tekrar söylüyorum, kimse üstüne alınmasın, hiç kimse suçlu değil, ben de o da, diğerleri de. Herkes bazen iyi, bazen kötü... Herkes seviyor, bazen de sevmiyor. Herkes normal insan yani ve normal insan gibi davranıyor.

Hele de en masumu bu şarap. Ve bu şarap, hiç ama hiç suçlu değil :)