11 Temmuz 2016 Pazartesi

Cerrahlar Yeşil Giyer

Bir kaç gündür buradayım, bir nöroşirürji ünitesinde. Hastane yani... Başlı başına garip bir yer. Misafirlik biraz uzunsa kayda değer şeyler olmuyor değil hani. Hastalar, bekleyenler, hastalıklar, beklentiler, umutlar, umutsuzluklar, tedirginlikler ve telaşlar içerisinde canın kıymeti biraz daha anlaşılırken, şükranlık duygusu artıyor, isyandan çok.

Bizim de misafirliğimiz başlıyor. Yerleşiyoruz yavaş yavaş. Odamızı, yataklarımızı ve yakınlarımızdaki odaları benimsiyoruz. Koridorlarımızı benimsiyoruz. Bizim gibi diğer misafirlerle hem çekinik hem girişken bakışıyoruz kısa kısa, selamlaşıyoruz. Yavaş yavaş sohbetlere başlıyoruz, derinlerine iniyoruz biraz hayatların. 

Karşı oda, yan oda, koridorun sonundaki oda filan derken, böbreğini kendi oğluna vermek için hevesle, sabırsızlıkla, umutlu ve heyecanla gün sayan bir anneyle tanışıyoruz. %90 uyumluyken, son yapılan testlerde kadının böbrek kanalları dar çıkıyor, bu durumda nakil için biraz daha bekleyip bir test daha yapacaklarını söylüyorlar. Morali bozuluyor haliyle kadının, böbreğini verebilmek için duaya devam ediyor. Heyecanla ve tedirginlikle, oğluyla %100 uyumlanmayı beklemeye başlıyor. İnsan bir acayip oluyor aslında bu durumu gerçekten idrak edince. "Kolay olabilir mi?" diyorum kendi kendime. Böbreğini hiç düşünmeden birine verebilmek? Hem de hevesle ve heyecanla. Kendi hayatı pahasına belki de, kimin hayatını kurtarabilir insan seve seve? Hem de bir saniye bile düşünmeden. Çok önemli bir şey hatırlatıyor bu durum bana bir anda. Aslında gülme geliyor kendi kendime, dalga geçiyorum başkasına kolayca verebildiğim vaatlerime. "Böbrek önemli şey, kalp önemli şey" diyorum. Öyle durup dururken herkese verilecek şeyler değilmiş diye tekrarlatıyor hayat bana. Ne güzel de öğreniyorum...

Çok hasarlı bir cerrahi sosyal yaşam ünitesinin içerisindeyim. Herkeste bir hasar... Aslına bakacak olursak garip bir inziva yeri burası. Uyuştukça uyuşup, yıllardır burada bu hasarlarla yaşıyormuş hissi sarıyor bütün benliğini. Hatta bu yıl bizim misafirimizsiniz deseler itiraz edemeyecek kadar uyuşmuş ve alışmış hissediyorum. Çünkü bakıyorum, değişik bir konfor içindeyiz, güvenli de bir ortam. Aksini düşünmek de nankörlük olur sanki. Hatta hafif tatlı bir otel hizmeti bile var. Sürekli temizleniyor bir kere. Hiç bir iş yapmıyorum mesela. Bütün gün yatabiliyorum, kitap okuyabiliyorum, televizyon izleyebiliyorum, koridorlarda ve internette dilediğimce gezinebiliyorum.Tam pansiyon bir otel gibi de diyebiliriz. Ama her şey dahil değil tabi. Mesela, tuz ve baharat yok, tabi bir de acı biber. Bunların yokluğu biraz tatsız gelse de bir süre sonra hayatımda hiç tuz, baharat ve acı yokmuş gibi hissetmeye bile başlıyorum. Peynirin tuzuyla idare etmeyi öğreniyorum hatta. Acı ise sadece odalarında iyileşmeyi bekleyen hastaların ameliyat acılarından ibaret olmaya başlıyor.

Refakatçi olduğum için arada dışarı da çıkabiliyorum ama tuhaftır ki içerisi dışarıdan daha çekici bile geliyor. Hayatların ve hikayelerin çekiciliğinden olsa gerek. Gerçi refakatçi olmak da ayrı bir sorumluluk. Biraz uzansan kendini suçlu hissediyorsun. Odalarımız sürekli ziyaretçi akınına uğruyor. Oturur pozisyonda, beklemek gerekiyor çoğu zaman. Saatte bir tansiyon ateş ölçmeye gelen hemşireler, ayrıca günde iki kere toplu ziyaret yapıyorlar. Cerrahlar beyaz önlükleriyle tek tek ikili ikili ve toplu olarak sabah öğle akşam kısa süreli uğraklar yapıyorlar, "visit". Hasta bakıcılar ihtiyaç var mı ziyaretlerinin yanı sıra, oda temizleyenler, yemek verenler ve yan odadaki komşular derken insanın yüzü gülüyor gerçekten.

Hastalar ise ya odalarında ya da koridorlarda. Genellikle de, bir zahmet yataklarında yatması gerekiyor - tabi ki pijamalarıyla ve ziyaretçilerini beklemesi gerekiyor. Bu çekici sosyal yaşam ünitesinden ancak radyolojik sebepler ve cerrahi operasyonlar için uzaklaşabiliyorlar.

Evet evet, kendine has bir sosyal yaşam var burada. Cerrahi müdahaleye uğramış veya yeşil giyen cerrahlarını tedirginlikle bekleyen insanlar topluluğu olarak kendi odalarımıza çekilsek de çoğu zaman, kapılarımız birbirimize sonuna kadar hep açık. Komşuluk ilişkileri ve iyi niyet geliştiriyoruz bolca. Çıkar ilişkimiz sıfır ve hepimiz birbirimize sonsuz duacıyız. Aşırı iyi yönümüz bütün saflığı ile cerrahi koridorda elele dolaşıyor yeşil giyen cerrahların arasında. Herkesin ise tek beklediği iyi niyetten ibaret ve cerrahından biraz yeşillik oluyor.

Fark ediyorum ki kendi nörolojik ağrılarım hafifliyor. Uyuşmak iyi geliyor belki de bir yerde. Cerrahlardan birini durdurup, "benim bir kaç sinir ağında sorun var" desem mi diye düşünüyorum. Ama beni sallamaz diyorum kendi kendime. Bir derdin varsa önce soyar, sonra da ameliyat masasına yatırır zaten bu cerrahlar. Yatmak deyince, soymak deyince de öyle pek romantik bir şey değil yani. Sonuçta ameliyathane masasına doğru olunca bu yatış, bütün romantizmi bozuyor ve ciddi bir hal alıyor doğal olarak. Yine de "olsun" diyorum, gidiyorum derdimi anlatmaya... "Benim bazı sinirlerim bozuk benim, onları almanı istiyorum" diyorum cerrahın birine. "Ameliyat masasına yatman lazım, yatarsan bozuk sinirlerini düzeltiriz" diyor. Kendimi ameliyat masasında arkadan bağlamalı ameliyat elbisesinin içinde yarı çıplak hayal ediyorum ama "cık" yani hiç çekici gelmiyor. Ameliyathaneyi düşünüyorum, iç organlarımı hayal ediyorum. Yani ne bileyim... Hoşuma gitmiyor... 
Bir ameliyathanede nesin ki sonuçta? 
Sadece bir hasta! 
İç organların kadarsın hatta, kasın, kemiğin, beynin, akciğerlerin, böbreklerin, kalbin, miden kadar... 
Ve parfümün bir baticon kokusundan ibaret... 
Ve tabi çekicilik yerle bir. 
Hele ameliyat sonrası...
Bir Frankestein!

"Vazgeçiyorum" diyorum cerraha... Hem biraz korkuyorum da... Gerçi niye korkulur ki cerrahtan hiç anlamıyorum, kendimi de anlamıyorum. Cerrah o yani, bir "cellat" mı sanki? Cerrah başka, cellat başka yani değil mi? 
Bilemiyorum, belki de yaşamalıyım bu bozuk sinirlerle. 
Kim bilir, belki de beni ayakta tutuyorlar. Belki de gerçek celladımı hatırlatıyorlar her daim. 
Celladımı unutursam, nasıl koruyabilirim kendimi ondan?

Koridorda yürüyüş yaparken, böbrek nakli için bekleyen genç hasta yanıma geliyor. Bana selam veriyor. Çok şey anlatıyor bana. Cellatları, cerrahları, umutları, umutsuzlukları. Uyumlulukları ve uyumsuzlukları. Sinir sinire nasıl bir bağ kurarsa, işte biz de hayata öyle bağ kurarız, sinir sinire uyumlanabildiği, kardeşlik ettiği sürece yaşayabiliriz, diyor gözleriyle. 

Sonra bir neşter ve bir cerrah görüyorum. O da çok şey anlatıyor. Kesip çıkarmanın iyileştirici tarafını, boşlukların yerine uyumlu bir şeyi yerleştirmenin sihirli gücünü, bir an ölsen ya da uyusan da, yeniden hayata dönebilmeyi...

Uyuşmuş gözlerle dalıyorum uykuma. Biri geliyor rüyama. "Sen kimsin" diyorum? "Bir gün anlayacaksın, bir cerrahım ben, içindekini çekip çıkarmaya ve sana göstermeye geldim, beni uyanınca mutlaka bul" diyor. Yüzünü göremiyorum. "Seni nasıl bulabilirim" diye soruyorum. "Yeşillere bak yeşillere" diyor, "yeşilden tanıyacaksın, cerrahlar yeşil giyer" diyor...
Uyanıyorum, eve dönüyorum. Annemi öpüyorum...



Can Bonomo - Hikayem Bitmedi