23 Aralık 2014 Salı

Gündönümü - En Uzun Gece

Çiçekçi otelin önüne arabayı yanaştırır ve içinden dev bir çelenk indirir.
Üzerinde "1708 numaralı odada ölen kızın anısına" yazmaktadır...


Hazin kanlı veya siyah bir hikaye değil bu. Ama anlatmayı seviyorum. İçinde yılların hapsolduğu değişik duygular var. Korku, sevgi, kibir, bağımlılık, zayıflık, güven, güvensizlik, sadakatsizlik, tutarsızlık, tutku var. Mazoşist, hümanist, sadist, narsist dürtülerin savaşını anlatan ve tabi sonu ölümle sonuçlanan küçük bir hikayecik.

Burası, güneylerde, Akdeniz'in güzel sahilleriyle bakışan, oldukça güzel bir otel aslında. 23 aralık gününü 24 aralık gününe bağlayan bu uzun gecede (gündönümü), bu güzel otelin 1708 numaralı odasının loş ışığına yerleşen kız ise eşyalarını bir kenara atmış, hayattan tedirgin bir şekilde yatakta oturmaktaydı. Telefona bakarken, aramakla aranmamak arasında gidip gelmekte, saatler hızlıca 11'e yaklaşırken, içi giderek yalnızlaşmaktaydı. O gece de yine daha önceki geceler gibi her şeyden korkuyordu. Bir çok insan gibi, klasik bir duygu yerleşikti aldığı nefeslerinde; kalmak istemiyordu, gitmekse zor geliyordu. Ellerine, gözlerine, aklına, gücüne ve en kötüsü de kalbine güvenmiyordu. Aldatıldığı aklının ucundan bile geçmiyordu, zaten aldatılmak ne demekti ki? Yatağın diğer ucundaki telefona baktı bir süre, sonra eline aldı ve aramaya başladı...

Derken odanın kapısı telaş içerisinde çalmaya başladı. Zaten korkuyordu, bu kapı sesiyle gözleri iyice açıldı. Kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Kim gelmiş olabilirdi ki?

"Yok canım o olamaz, henüz olmaz" diye geçirdi içinden.



Yok olmaz erken daha, biraz geç kalın ne olur
Hiç hazır değilim henüz...
Ne olur baharlarımı bırakın bir süre daha
Tanıdık değil bana güz...

Odanın ışıkları loştu. Belki güzel bir odaydı ama o farketmiyordu. Sadece kapıya odaklanmıştı, bir de soğuk duvarlara. Kapı ona, o kapıya bakıyordu. Birden dışardaki ses "hemen kapıyı açman gerekiyor, artık kaçamazsın" diye bağırdı. Sesi tanımıştı aslında, yabancı değildi. Korkuyordu, olamazdı ki, henüz çok erkendi... Neden neden neden? Neden bu kadar erken? Böyle anlaşmamıştı hayatla. Onu içeri almak istemiyordu ama çok inatçıydı, gitmeyecekti. Besbelli bu gece uzun olacaktı...

İstemeden de olsa kapıya doğru yöneldi, gözlerini kırparak korku ve endişe içinde delikten baktı. Evet gerçekten oydu. Ama neden?

Ölüm her aklına geldiğinde
Ah edip, vahedip inleme
Bu halinle tanrıyı incitmiş olacaksın
Ecel kapını çaldığı zaman, evi telaşa verme
O geldiği zaman, sen gitmiş olacaksın

"Delikten baktığını biliyorum, kapıyı artık açar mısın" diye tekrarladı dışardaki adam. Kapıyı açmaktan başka ne yapabilirdi ki? Henüz hiç bilmediği, tatmadığı bir teslimiyet duygusunu kalbine buyur etmeye hazırlanıyırdu. Bugüne kadar hiç teslim olmamıştı. Kız elini titreyerek kapının koluna götürdü ve yavaşça tuttu. Durdu, düşündü yeniden ama ne yapsa da bu adamla anlaşamayacaktı bu gece, onu ikna edemeyecekti. O ne isterse yapmak zorundaydı Kapının kolunu indirirken, işte o film şeridi hızlıca akıp gitti yanından...

Sevildiği günleri, sevmediği insanları düşündü, kalbini düşündü, aklını düşündü, yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını, izlediği dizilerin henüz çekilmemiş bölümlerini, göremeyeceği teknolojik gelişmeleri, sahip olduklarını, gittiği yolları, hiç gitmediği ama gitmek istediği sahilleri... Hafızası bile tam dolmamıştı, biriktirecek ne çok anı vardı... Hayallerini, dostlarını, ailesini düşündü ve hissetti: bu gece uzun ve "son" olacaktı...

Kapının kolu iyice indiğinde çıkan kilit sesiyle dünya tabiki yankılanmadı ama onun dünyası biraz sarsıldı. Kapıyı hafifçe aralarken başını kaldırdı ve kapıda onu bekleyen adamla gözgöze geldi. Adam kapıyı itti kızın üzerine doğru ve kız birden sendeledi. Yere düşmek üzereydi ki adam kızı kolundan yakaladı ve yatağa doğru itti. Kız korku ve panik içindeydi. Ağlamaya başladı. Anlamıyordu. Bütün bunlar neden oluyordu?

"Bu bedenden artık gidiyorsun, bu gece son" dedi. Adam ona "git" dedi. "Bu dünyadan git" dedi.
Kız uyuşmaya ve kıvranmaya başladı, sonuçta ona karşı gelemezdi, adam güçlüydü. Sigara yaktı arka arkaya. Odanın loş ışığının ve beton duvarlarının arasında bu acıyı çekecekti. Ayrılmak hiç de kolay değildi. O kadar bağlıydı ki bedenine, milyarlarca hücreden kopmak hiç de kolay olmayacaktı. Tek tek kopuşunu izlemek, hissetmek ve savaşmak çok acıydı.

Bugün hesap günü vakit tamam
Son ışıklar söner biter akşam 
Dışında karanlıkların dışında yalnızlıkların 
Hep kendi yolunda yürür zaman.

Gündönümü gelmişti, bu geceden sonra geceler kısalacaktı belki ama bu gece çok uzun ve çok zor olacaktı... Ama savaş çoktan başlamıştı, gecenin gündüzle savaşı... Gecenin gündüze boğun eğmemek için çabası...

Kızın elleri, kolları uyuşmaya, gözleri ise şişmeye başlamıştı. Adam ise sadece izliyordu, belki o da haklıydı. Kız iyi bakamamıştı bu emanete, teslim etmesi gerekiyordu mutlaka. Teslimiyet duygusu nefesinden içeri, kalbine girmeliydi artık. Oysa nefes alamıyordu sanki. Havadaki oksijen ve azot oranı ve hatta diğer gazların oranı ders kitaplarında yazdığı kadardı ama sanki onun ciğerlerine başka bir şey dolmaktaydı.

Hava kirli gibiydi,

1708 numaralı oda ise soğuk ve loş bir odaydı.

Kızın ciğerlerindeki alveoller büzüşmeye başladı. Nefesin olmadığı yerde ölüm vardı. Birbirlerine baktılar, kız kıvranmaya başladı. Midesi, gözleri, bacakları, beyni her yeri uyuşuyordu. Onu sevenleri düşündü, sevmişler miydi ki gerçekten? Yoksa sevmiş gibi mi yapmışlardı? Ya da sevmişlerdi de sonra birden vaz mı geçmişlerdi? Aldatmışlar mıydı? Peki ya o kendini ne kadar seviyordu? Belki de kendi kendini aldatmıştı. Aklını kaçırmak üzereydi...

Kaç mevsim aşk pazarında geçti yalanlarla
Düş sattım aldanmışlara
Aklım kaçıverdi elimden bir gece vaktiydi
Sevdiğim başka sevenim başka

Bütün bunlar ne için oluyordu, ne kadar hazırlıksızdı, ama bu emanete iyi bakmamıştı. Suçluydu belki de, hatalıydı, yanlıştı. Çok kızdı birden kendine. Hem kendisini sevmiyordu hem de bu bedeni fazlasıyla hırpalıyordu. Kıvranarak fırladı yataktan, kendini çıkarmaya çalıştı bu bedenden. Kanlı bir ayrılık değildi bu, sadece zordu. Ama farketti ki kalbi çoktan bırakmıştı onu. Çok yorgundu kalbi, çok çarpmıştı boşuna... Kalbine baktı, onu çoğu zaman dinlemişti, ama son zamanlarda onu çok yormuştu, dışlamıştı. Kalbi yanmıştı, ona zaten çoktan küsmüştü.
Aşk bitti
Elimden sanki minik bir balık kayıp gitti


1708 numaralı odada o gün sessizce kıvranarak ölen bu kız çok düşündü niye öldüğünü... Oysa cevabı çok basitti...


Ben ölmeden önce, bir sürü dostum vardı
Ben ölmeden önce, bir sürü düşüm vardı
Ben ölmeden önce, bir sürü aşkım oldu
Ben ölmeden önce, bir sürü hatam oldu

Ölüm, yeniden doğmak içindir.

Bazen bir yabancıdır o. Bazen çok yakındır, sevgi doludur. Bazen korkunçtur, bazen sevimlidir. Bazen büyüktür, bazen çocuk, bazen arabadır, trendir, uçaktır... Bazen uzun süre yanınızda kalır, bazen bir anda çıkar gelir. Bazen evinizde yaşar, bazen sokakta köşe başında bekler, bazen de kapıdadır. Anlamazsınız, sizin elinizden tutarken sizi bir adım daha ölüme yaklaştırır.

Sonuç olarak: Herkesin Azrail'i başkadır. 

23 aralık, 24 aralık'a bağlandığı gece, gündönümüdür. Bu uzun geceden sonra geceler dakikalarını gündüzlere emanet edecek, gündüzler dakika dakika yerleştikçe, herşey daha görünür olacak, yeni bir çiçek açacak, yeni bir nefes alınacaktır. Her gündönümünde bu böyle olmuştur. Her gecenin güneşe boğun eğdiği gibi, her ölüm de yeni bir doğuma boyun eğecektir.
                                                                                                                         

Ölmeden önce ölünüz (Mevlana)

6 Aralık 2014 Cumartesi

Eski Sevgiliden Kalma Eşyalar Müzesinde Sergilenen Yıllanmış Şarap





Eski sevgiliden kalma eşyalar müzesi yıkılacakmış dediler, ben de hemen gittim. Müzeye bağışladığım özenle tadarak alınan ve birlikte içme hayalleri kurulan bir şarap vardı. Madem müze yıkılıyor, şarabı müzeden alayım da artık orada hapsolmasın, kapağı açılsın, önce buruk kokusu çıksın istedim.

Sonra da sindire sindire içmek... İçeyim ki, sarhoş olayım biraz, hatta hızlı içeyim de uyuşayım istedim.

Şarap molekülleri kanıma karışıp hücrelerime girerken, hücrelerimde yer etmiş artık sadece tortusu kalmış bir kaç anının da hücrelerimi terketmesini ve alyuvarlarımla kalbime taşınmasını burda ise buharlaştıktan sonra nefes yoluyla dışarı atılmasını istedim.

Bu şarap aslında çok acılı bir aşk hikayesinin simgelerinden biri değil. 
Sonuçta ne Çalışkuşu romanında, yaşlı bir kadınla aldatılan Feride gibi Anadolulara sürükledi, ne de Aşk-ı Memnu'daki korkak Behlül yüzünden çaresiz kalan Bihter gibi intiharlara. Ama benim canımı acıttı!

"Eski sevgilin bu şarabı aldıran kadınla kaçmış" diyenler oldu... Feride gibi yaşlı bir kadınla aldatıldım sanırım :( Bu şarap bazen aldatılmışlığımı hatırlattı, bazen de iyi kalpli adamın kurt adama dönüşünü... Kendinden korkan kurt adam!

Ama şarabın ne suçu vardı, ya da müzedeki diğer eşyaların. O eşyaları da aldım. Şarabı içtim, ama diğer eşyaları saklıyorum. Torunlarıma vasiyetimde yazacağım, bu eşyaların Anadolu MedeniyetSİZleri Müzesi'ne bağışlanmasını.

Şimdi hafiften kötü cümleler de kurdum ya, kimse üstüne alınmasın, bu hikayedeki kimseye ne iyi ne kötü demiyorum, suçlamıyorum. Sonuçta, şarabı benimle içmek istemedi, ne bu şarabı ne başka bir şarabı. Olay bu kadar basit! Ayrıca bu çok acılı bir aşk hikayesi de değil, sadece benim canım biraz fazla acıdı. Hem bunlar benim duygularım. Ve benim duygularım kimseyi çok kötü, iyi, önemli, mükemmel, harika, sevgisiz, kaba, kibar, sevgi dolu veya nefret dolu yapmıyor. Tekrar söylüyorum, kimse üstüne alınmasın, hiç kimse suçlu değil, ben de o da, diğerleri de. Herkes bazen iyi, bazen kötü... Herkes seviyor, bazen de sevmiyor. Herkes normal insan yani ve normal insan gibi davranıyor.

Hele de en masumu bu şarap. Ve bu şarap, hiç ama hiç suçlu değil :)


16 Kasım 2014 Pazar

Metroda Patlama


       

Az önce metroda meydana gelen patlamayı duyan oldu mu ki? 
Çok büyük bir patlama oldu. Yerin kaç metre altında olduğunu bilmiyorum ama çok derinlerde bir yerde. Belki de çok derinde olduğu için ses gelmemiş olabilir. Belki de sadece biraz sarsıntı hissedilmiştir, belki de kimse farketmemiştir.

Oysa ben ordaydım, hepsini gözlerimle gördüm. 

3 Kasım 2014 Pazartesi

Zaman, tekne, balık ve ben...


Tekne, balık ve denizin ortasında ben. Zaman şu an durdu. Bir boşlukta süzülüyorum. Bir tekneden çağırıyorlar da gitmiyorum. Şu an hiç bir şeyi hissedemiyorum. Aslında gidip o teknede bir masada tek başına oturmak var, hiç de zor gelmiyor. Ama denizin ortasında havada, süzülüyorum. Tatlı bir boşluktayım, başım ağrıyor ama mutluyum. Mutluyum çünkü şu an zaman durmuş gibi, aslında akıyor ama eksilmiyor, sanki bir süs havuzunda devir daim olan su gibi akıyor, hem de hiç azalmadan.

Sanki yer çekimi yok, aşağı inemiyorum. Uçuyorum sanki. Dünya, şu an mavi denizden ve mavi gökyüzünü görebildiğim şeffaf havadan ibaret. Yaptığım herşey güzel geliyor, sahip olduğum herşey güzel. Mutluyum çünkü en çok da zamana karşı olan aceleciliğimi hissetmiyorum.

Herkese ve herşeye eşit mesafedeyim, merkezdeyim ve kollarımla etrafımı çiziyorum. Ben artık zamana eşitim, zaman şu an benim etrafımda dönen bir çember. Kaygımı anladım, kaygım en çok zaman karşıymış meğer. Uydurulmuş ve adına saniye, dakika, saat, gün, ay, yıl ve asır dedikleri herşey aynı aslında; bir dakika bir asır gibi, bir yıl bir saniye gibi. Şu an uydurulmuş bu zaman dilimlerini hissetmiyorum. Herşey 360 derece dönüyor sadece...

22 Ekim 2014 Çarşamba

Aşk bunu yapmaya mecbur



Aşkın E hali - Feridun Düzağaç

Hiçbir şeyi senin kadar istemedim
Ama yetmiyor
Ne kadar istesem de 
Gözlerimdeki resmin
Gitmiyor!

Peki aşk bunu bana yapmaya mecbur mu?

Evet, aşk bunu yapmaya, ben de bunu yaşamaya mecburum. Daha iyi anlamak için, daha iyi görebilmek için. Daha iyi hissedebilmek için. Tertemiz olmak için. Daha çok sevebilmek, daha sıkı tutabilmeyi öğrenmek için. Kayıplarımın nedenini öğrenmek için, en çok da affederek devam edebilmek için...

Aşk bunu yapmaya, ben de aşkla yaşamaya mecburum. Olamayanı oldurmak için, olanı saklamak için bunu öğrenmeye mecburum. Kalbimi dibine kadar açıp göstermeye mecburum. 

Ne "oldum" diyebilirim bundan sonra, ne de "bittim" diyebilirim. Bir dizinin sonunu merak edercesine yaşıyorum, her geçen günüm arkası yarın kadar heyecanlı ve bana bunu aşk öğretti ve bana bunu öğretmeye mecbur. 

Aşk bunu yapmaya mecbur... 

Sonsuz yollarda beni yolcu yapmaya, bu yollarda topladığım tüm güzel çiçeklerimi korumayı öğreten aşk, beni benden almaya mecbur.

21 Ekim 2014 Salı

Duygusal Kemoterapi

Kanser sadece hücrelerimizde değil ki. 
Düşünce kanseri diye bir şey var yani.
Kanserde eğer operasyon yapılabiliyorsa hasta şanslı bile sayılabiliyor. Ama düşünce kanseri öyle değil. O bir kere başladı mı, operasyon imkansız artık... Bozuk hafıza malesef bıçakla kesilip atılamıyor...
Ve kemoterapi nasıl bozuk hücreleri öldürüyorsa, bozulmuş düşüncelere sebep olan anıların da benzer bir tedavi ile ölmesi gerekiyor. 

Duygusal kemoterapi...

Hiç bir yerde rastlamadım. Literatürde var mı emin değilim, hatta google'dan bile bakmadım. Şu an ben uyduruyor da olabilirim. Ama ben bu tedaviyi böyle adlandırmak istiyorum: duygusal kemoterapi. Normalde kemoterapi ilaçla tedavi anlamını barındırsa da bunun ilaçla ilgisi yok ve tıpkı kemoterapi gibi yan etkileri de var. Bazen çıldırasıya ağlamak, biraz unutkanlık, belki çok az hafıza kaybı...

Mesela benim beynimde kanserli düşünceler var. Duygusal kemoterapideyim uzun zamandır. Kanseri durduruyorum gibi, metastazı engellemeye çalışıyorum. Diğer temiz arınmış duygularımın ve sevgimin bozulmasını istemiyorum. Onlara da nüksetmesini istemiyorum.

Yorucu bir dönem. Bir yolculuk duygusal kemoterapi. Oldukça yorucu içsel bir yolculuk. Ama artık geri dönemem. Bu yolculuktan dönmem demek kine nefrete teslim olmam demek. 

Oysa ben kin, nefret, kıskançlık, kendini sevmeme, kırgınlık gibi kanserli düşüncelerimin tamamı ölsün, silinsin, yok olsun istiyorum artık. Sürekli serotonin, endorfin salgılamak istiyorum, Kanserli düşüncelerimin bu hormonlarla etrafını sarmak ve sonra onları yok etmek istiyorum. Herşeyi affetmek istiyorum. Bana nefretini bulaştırmaya çalışan, rengi kaçmış, gözümün içine bakamayan bütün gözlere de sevgimi göndermek istiyorum. 

Beyaz elbiseler giymiş ve yeşilliklerin üzerinde hayal ediyorum kendimi. Kötü olan herşeye ağlayarak da olsa teşekkür ediyorum ve sonra hayali bir ateşte yakıyorum hepsini. Toprağa gömüyorum ve bütün sevgimi gömdüklerime ve tabiki toprağa yolladıktan sonra izliyorum rengarenk çiçeklerin filizlenip açmasını... 

Ve artık, bundan sonraki her dakikam ve en önemlisi şimdi için aşılanmış ve bağışıklık kazanmış olmak istiyorum bu düşünce kanserine karşı. 


8 Ekim 2014 Çarşamba

Yaşım İstanbul...




Yaşım İstanbul olmuş.
Bu sene aynı İstanbul gibiydim...

Gerçek İstanbullu nasıl az bulunursa, gerçek ben de kayboldu.
İstanbul'daki kentsel dönüşüm gibi benim içimde de bir içsel dönüşüm başladı.
Kalbim, İstanbul Boğazı gibi ikiye ayrıldı, bir yarım kalabalıktı, bir yarım durgun.
Sürekli benden şikayet eden ama benden bir türlü kopmayan bir insan kalabalığı vardı içimde. Tıpkı İstanbul'da yaşayanlar gibi.
İstanbul gibi kirlendim, Gerçek İstanbullular nasıl korursa, ben ve benden olanlar, ailem olanlar korudular doğal güzelliklerimi...

Çok gürültülüydü içim, garip bir trafik vardı, sinir hücrelerim arasında. Bazen her şey çok kolay akıyordu, sessizlik hakimdi, bazen İstanbul trafiği gibi tıkanıyordu, herkes birbirine bağırıyordu...

Yağmurlar da çok yağdı, İstanbul'daki nem oranı kadar yüksekti gözlerimdeki nem oranı.
Bazen çok stresli ve karışık ve büyüktüm kalabalık ilçeleri gibi, Beşiktaş,Taksim gibi, bazen dingin, samimi ve sevimli Kuzguncuk gibi, bazen nostaljik, dar ve hüzünlü Beyoğlu gibi, bazen yalnız Adalar gibi, bazen ferah Kalamış gibi, bazen de soğuk Levent, Ataşehir gibi, bazen uzak Kartal, Pendik, Bakırköy gibi, bazen de yakın Kadıköy gibi...

Kimi yaka bulutluyken kimi yaka güneşli, beynimin sağı ve solu sanki...
Sabah bulutluyken akşam güneşli değişken hava durumu gibi.

İstanbul'un nabzı nerde atar bilinmez ya, bazen ben de bilemedim nabzımın nerde attığını... Kendini kaybetmiş ama bulmaya çalışan İstanbul gibi yaşadım, nefes alıp verdim,ve değiştim... Eski ben kalmadı, eski İstanbul kalmadığı gibi.

Artık yaşım İstanbul bitmek üzere... Yepyeni bir şey başlıyor. Çok içten, sevilen ve oraya gitmek isteyenlerin gerçekten gitmek istediği, terk etmek istemeyenlerin gerçekten terk edemediği, mutlu mu mutlu bir şehir var artık yakında.

Yaşım neyse ki İzmir olmak üzere...
Ve iyi biliyorum ki İzmir çok mutlu, sıcak, canlı, eğlenceli, sarhoş, tutkulu, sevgi dolu, aşık, biraz da çılgın deli dolu ve hayata çok bağlı...
Ve belki de en önemlisi içindeki düşmanlarını denize dökmüş bir İzmir :)

Tüm İzmirlilere sevgilerimle :)

29 Eylül 2014 Pazartesi

Cam Kenarı



Cam kenarı gibi olmalı yanımdaki...
Kafamı dayayıp, izlemeliyim onda gördüklerimi.
Bazen boz, bazen yeşil renklerine bakmalıyım.
Bazen gülümseyen ay çekirdekleri görmeliyim, bazen hiç tanımlayamadığım diğer meyve ağaçlarını, ama en çok da zeytin ağaçlarını.
Diğer insanları, yanımızdan geçenleri, uzaklardaki evleri görmeliyim, o evlerdeki hayatların nasıl olduğunu hayal etmeliyim.
Bazen gece olmalı yıldızlarına bakmalıyım, sonra uyumalıyım...

Cam kenarı gibi olmalı yanımdaki, güneşi girmeli gözüme, kamaştırmalı hatta...
Biraz açıp, belki de bulutlanmış havasından nefesime çekmeliyim, koklamalıyım.

Cam kenarı gibi olmalı, dayanıklı, yaslandığımda yorulmayan...
Ve sorduklarında tabi ki de onu istemeliyim. 

27 Eylül 2014 Cumartesi

Temurhan


        
        


Her zamanki gibi bir sabahtı. Balkona çıktım. Bilal'in dükkanına baktım. Bilal henüz dükkanını açmamıştı. Gidip gelip baktım. Öğlene kadar açmadı. Bir terslik vardı ama o zamana kadar ben terslik nasıl birşeydi belki de bilmiyordum.

Sonra gittim O'nu aradım. 1 hafta olmuştu görüşmeyeli. O zaman cep telefonu da yoktu ki, görüşememiştik işte. Küçüktük de. Ben daha 17, o ise 19. Aradım terslik nasıl birşey bilmeden...

Aradım... O yaslı günlerden sonra bir daha hiç ama hiç görmediğim halasının kızı açtı telefonu. Öyle bir çırpıda söyledi... Öldü dedi. Sabaha karşı kaybettik. 

Rüyamda görmüştüm oysa. Sokaklarda onu arıyordum ama bulamıyordum. Bilmeden gördüm bu rüyayı, ben rüyamda onu ararken onun yolunda ters giden birşeyler olmuş. Kaza geçirmiş. Nefesi bitmiş nasıl olmuşsa...

Sonra uzunca bir süre anlayamamıştım. Ölmek nasıl birşeydi? Bir sürü hücresi insanın nasıl bir anda ölebilirdi ki, anlamaya çalıştım. Anlayamadım. Milyonlarca hücre ve en yaşlısı daha 19 yaşında... Anlayamamıştım. Anlayabildiğim tek şey, Bilal'in dükkanı neden açmadığı olmuştu.

Temurhan Temur, masumiyetten ölmüştü bence. Güzel yeşil gözleri ve harika bir yüreği vardı. Yaşasaydı nasıl bir hayatımız olurdu bilmiyorum. Çok hisliydi, 19 yaşındaydı ama baktığının ötesinde yaşından çok büyük şeyler görüyordu. Eminim gönül gözü çok açıktı. 

Beni çok severdi. Son görüştüğümüzde ağlamıştı. İkimiz de biliyorduk ters giden birşeyler olacaktı. 

Ben de onu çok severdim... O gittiğinde ben en yakın arkadaşımı kaybettim. Kendine "Temurhan Temur" derdi, adı Temurhan olsun isterdi. O masumiyetten öldü ve ben onu tanıdığıma hiç pişman olmadım, çok ağlayıp, canım yanmasına rağmen. Çünkü, ben onu tanıdığım için böyleyim biraz da. Bir parçası da ona ait kalbimin aslında.

19 Eylül onun doğumgünüydü. Duyabilseydi beni ona şöyle derdim: 
"Doğum günün kutlu olsun, iyi ki doğmuşsun. İyi ki seni tanımışım ve sevmişim. Sayende çok güzel bakabiliyorum, belki de en çok senin sayende. Senin kalbinin bir parçası benim kalbimde halen atıyor. Belki de bu yüzden mi panik ataklar yaşadım bilmiyorum... Ama iyiyim, güzel bakıyorum. Teşekkür ederim sana. Senin yeşil gözlerinden de bakıyorum belki. Arada bir yine ters giden şeyler oluyor, ölümler, ölüler oluyor bazen ama masumiyetten değil senin gibi. Bazen de, en kötüsü Temurhan, kelebekler ölüyor içimde. Kelebekler diyorum Temurhan, ölüyor!"

25 Eylül 2014 Perşembe

Kar yağsa


Kar yağsa diyorum, olmaz mı?
Gülerken ağzımızdan biraz da buharlar çıka çıka fotoğraf çekinsek. Herkes kabuğuna çekilse soğuktan.

Bu kış bitmeden olsa herşey, değişsek, güzelleşsek...

Dersler bitmiş olsa artık, sınavları geçsek. 

Kar yağsa diyorum, olmaz mı? 
Kar yağarken pencereden baksak. Havanın sesini dinlesek, dinlensek biraz... Biraz daha dinlensek, çok az daha. Serin serin kar kokusunu içimize çekip ferahlasak.

Kar yağsa diyorum, olmaz mı? 
Üstümüze üstümüze yağsa da, bembeyaz olsak. Kayıp düşsek, gülsek biraz düşüşlerimize...
Yürüsek yolda ayak izlerimiz çıksa, sanki kocamanmış gibi...

Çocuk olup, kartopu atsak birbirimize hem de kulağımızın içine karlar girse soğuk soğuk, gıcık olsak...
Sonra da kardan adam yapıp burnuna havuç taksak, ona sarılsak :)


22 Eylül 2014 Pazartesi

Balat'ta bir genç

Balat'ta bir sandal

Balat'ta görülmüş en son. Ben görmedim. Göremedim. Öyle uzaktan yalan bir dünyadan geldi haberi. 

Balat'ta bir sandalın yanında öyle durmuş denize bakmış. Olanları düşünmüş. İyi mi kötü mü oldu hiç bilememiş. Hava soğukmuş... Balat'ın kirli sularında balık da yokmuş. Bir fotoğraf çekmiş. Deniz pismiş biraz. Deniz analarının, sandalların ve insanların arasında tek bir sandalın yalnızlığının fotoğrafını çekmiş. Soğuk güneşin denize yansıyan ışıkları da çıkmış fotoğrafta, ama aslında içi karanlıkmış. Ben görmedim, bilmiyorum. 


O kimmiş kendini bilmeden yürümüş. Unutmuş içini, sevdiğini, sevmediğini, hırçınlığını, tutukluğunu, ruhsuzluğunu, huzursuzluğunu, deliliğini ve yok olup gidişini. Oysa ben unutmadım, ama görmedim de...

Karışmış biraz. Özlemiş, nefret etmiş, kapatmış gözlerini, nefes almamış, hem ölmüş, hem öldürülmüş. Ama ben görmedim, ölmedim de...

Balat'ta bir adam görülmüş. Yabancıymış Balat'a? Niye gitmiş ki? Başka gideceği yer yok gibi. Ama bilmemiş evinin yolunu. Gitmiş uyumuş bir kış uykusu uyur gibi... Bir rüya görmüş. Ama ben görmedim, bilmiyorum... Ben sadece güldüm. Zorla da olsa güldüm. Bazen de kapattım gözümü rüyamda güldüm. 

18 Eylül 2014 Perşembe

Beni Fransa Kadar Sev!

Dünya haritasına baktım da, ne kadar batıya gidersen git, sonuçta doğuya geliyorsun.
Ne kadar uca gidersen git, diğer uca yaklaşıyorsun ve oraya geçiyorsun.

Çok büyük aşklar, "büyük sevgiler" nefrete, çok nefretler aşklara bu yüzden dönüşmüyor mu zaten?
Ne kadar çok temizlersen o kadar çabuk kirlenmiyor mu?
Ortada kalmak lazım bence, bütün uçlar arasında ince çizgiler var aslında.

Fazla batıya gitmeye gerek yok, ne zaman doğu tarafa geçtiğini anlayamazsın.
Beni çok sevmene de gerek yok, fazla batıya kaçmadan ortada kal mesela Fransa'da...

ve beni Fransa kadar sev!

8 Eylül 2014 Pazartesi

Unutmak istiyorum, Eylül gibi...

Unutmak istiyorum...
Kötü gözlü insanları.
Çok seviyorum deyip de bir gecede zihnimi kurcalayanları
Başarısızlıklarımı, kendimde başarısız saydıklarımı
Beni çalanları...

Unutmak istiyorum çok sevildiğimi sandığımı
Aldatıldığımı
En yakınlarımın düşmanlıklarını
Panik ataklarımı, korkularımı, intiharlarımı, yorgunluklarımı,
Öldüklerimi ve öldürdüklerimi
Dengesizliklerimi ve dengesizleri unutmak istiyorum.

Eylül gibi atmak yapraklarımı,
Yeniliğe hazırlanmak
Ve yepyeni başlamak istiyorum.
Sakin dingin dengeli
Eylül gibi

7 Eylül 2014 Pazar

Ay Büyürken

Ay büyürken, ben eve döndüm
Sevdiklerimi sevmediklerimi düşünüp oynadım bolca...
Bi de şarkılar söyledim çokça...

Ay büyürken ben bugün çok içtim aslında
Özüme döndüm, mutlu oldum.
Yanmışlarım yakılmışlarım olsa da gülüp geçtim kahkahayla

Ay büyürken ben bu gece baktım bulutlara
Yağdım yağmurcasına
Korudum beni
Gökyüzü gibi açıldım kendi etrafıma

Ay büyürken ben, bıraktım herşeyi dolunayın akışına
Yıldızlardan gece lambası yaptım
Ve güzel bir rüyaya uykuya daldım :)

24 Ağustos 2014 Pazar

Ben ne istersem o olur belki

Bugüne kadar garip bir şekilde ben ne istediysem oldu.
Aklıma gelen başıma da geldi.
Milli piyango gibi şeyler de oldu. Olmaz denilen şeyler...
Hayat benim yarattığım bir oyun olabilir mi acaba diye merak ediyorum bu aralar.
Çünkü ben benim gördüğüm kırmızıya kırmızı derken, belki de siz benim mavi gördüğüme kırmızı diyorsunuz. Kimsenin gözünden bakamadığım için bilmiyorum, gerçekten var mı bütün bu gördüklerim, yoksa herşey benim zihnimde mi oluşuyor? Sonuçta size sorsam benim gördüğümü  görüyor musunuz diye "evet görüyorum" diyeceksiniz. Ama zaten bozacının şahidi şıracı değil mi? Belki siz hayır diyorsunuz belki ben evet algılıyorum, ya da belki evet diyen birini görüyorum sadece. Bazen gerçek olan hangisi bilmiyorum. Ama bu aralar denemeye başladım. Hayat gerçekten bir oyun mu? Ne istersem olacak mı? Zihnimi değiştiriyorum, oyun oynuyorum onunla. Yukarda ve dünyada sınırsız bir kaynağın olduğunu farkederek yapıyorum bunu. Sanki istediklerimiz orda duruyor ama onlarla bağımız yok sadece. O bağları kurmaya çalışıyorum.

Korkularımız, bazı şeyleri kendimizden uzaklaştırıp onlarla bağlarımızı kopartabiliyorsa, sevgimiz ve cesaretimiz de tam tersini yapmamızı sağlayabilir bence.

14 Ağustos 2014 Perşembe

Kalp ile Zihin

Ben balık burcuyum diye yıllarca hor görüldüm :) Duygusalsın, kırılgansın diyen bir sürü insan. Ee ben seçmedim balık burcu olmayı, 12 martta doğmayı filan. Ama bence en doğru günde doğmuşum. İyiki de balık burcuyum. İyi ki de duygusalım. Sanki duygusal olunca aklımı kullanamıyomuşum gibi her ağladığımda bana çocukmuşum gibi bakan insanlar. Yani tuhaf bence. Ağlamak güzeldir yani, ben ağlayıp rahatlıyorum. Ağladığım için de zekamdan bir gıdım kaybetmedim.

Ama beni esas kalbim mi ağlatıyor, zihnim mi bilemiyorum artık. Bu senenin ocak ayından beridir kendimi arama telaşı içindeyim. Kaybolduğum için değil, kendi içimde kendimi arıyourm. Esas ben ne yapmak isityor, ne hissediyor. Kalbim ne diyor, zihnim ne diyor? Bu dönemde okuduklarım, hissettiklerim ve daha birçok şey beni kalbime daha çok döndürdü. Zihnimin ise sürekli paket paket kötü olayları gözüme soktuğunu gördüm. Şimdilerde en çok yapmaya çalıştığım şey kalbimi daha çok çalıştırmak, zihnimi rölantiye almak. 

Konu sayılar olduğunda bile kalben yaklaşıyorum. Sayıları da pek çok severim. Onlarla da çok duygusal bağlarım var, en çok da asal olanlarla. Kimsenin bölmeye gücünün yetmediği asal sayılar. Ya da çarpanlarına ayrılamayan çok büyük sayılar, mükemmel sayılar, doğal sayılar, irrasyoneller ve karmaşıklar. Hepsi de birbirinden güzel :) Aralarındaki ilişkileri bulmak da duygusal bir iş. Gönül ister, şu matematik. Sevmezseniz zihniniz de asla onu anlamaz.

Ne diyordum kalbim sen kal dünyada, aklım da, fikrim de sana uysun. Gözlerim kalpten baksın, burnuma güzel kokular gelsin. Ellerim rüzgara karşı savrulsun kanat gibi, sanki uçuyor gibi. Duyduklarım kalbimden geçsin önce. Zihnim beni yanıltmasın. Gördüklerime de duyduklarıma da değil, sadece kalbime inanayım. Hislerime :)


Kızmıyorum

Şimdi ben kötü şeyler yaşadım diye kızgın mı dolaşmalıyım? Küfür mü etmeliyim? Beddua mı? Niye böyleyim ki hiç kimseye kızamıyorum? 

3 Temmuz 2014 Perşembe

Satranç

Şah ve mat dedi:

Evet yenildim nolmuş ki? Bu ne hırsmış anlamadım. Oyunun bitmesini isteyen birine, bu kadar yenmek isteyen birine zaten kolayca yenilsem bu oyundan zevk alabilir miydi? En büyük hatayı ben, bu oyuna devam etmekle yaptım. En başından kaptırsaydım şahımı ve bir seferde bitirseydim oyunu, böyle olur muydu?

27 Haziran 2014 Cuma

Ayrılığın Mutluluğu

Çok garip bir şeymiş bu ayrılık.
İlk güne ait çırpınışlarımı hatırlıyorum, sanki bir film karesi gibi...
O ayrılığı yaşayan kız değilmişim gibi, odanın tavanından bakıyorum sanki, yatakta dönüşümü görüyorum. Bir sağa bir sola çaresizce. Allahım kimse yok. Gecenin bir körü yani. Uyuşuyorum, ama uyuyamıyorum. Hep ağlıyorum. 


Zavallı kız...

Sabah aynağa baktım. Yüzüm bir canavara dönmüş. Korkunç...
Makyaj bile değiştiremedi o canavar şiş halimi...
Galiba karnımda pırpır eden kelebekler ölmüştü. Bir sürü kelebek ceseti vardı midemde. Yemek yiyemedim tam 3 hafta...
Günler böyle çaresiz ve ağlamaklı geçti.
Gittiğim heryer acı verdi, aptal bir AVM bile, baktığım herşey...
Zorla gezdim unutmak için.
Hiç kimseyi onun yerine koyamadım...
Her silinen resim içimi yaktı cayır cayır. 
Bu kimdi tanımıyorum? Ama duygusal işkence gördüm resmen... 
Neyse ki ölmedim... 

Saldırgan olmuştum, herşeye herkese saldırasım vardı ama hiç bir yere, hiç kimseye saldıramadım!!!
Nasıl sustuğumu anlatamam...
Hayatımda hiç kıskanmamıştım... Nerde kimle derken, içim içimi bitiriyordu...
Günahlarımdan arındım biraz, hatalarımdan arındım.
Cayır cayırdım ama dondum, buz gibiydim sanki yandım. Tuhaf, zıt ve karmaşıktı.

Off büyük acıymış, ellerim uyuştu, kollarım uyuştu, beynimde karıncalar filan yürüdü... Uyanmak çok acıydı, çok... İlk aklıma gelen şey. 6 ay her gün, her sabah, her dakika...
Acıdım kendime, kalbime. Nasıl acı çektik hep birlikte...

Sonra bugün, tam altıncı ay dönümünde birden arındım.
Galiba ben yeni ayrıldım, bugün ayrıldım.
Sevgiyle vedalaşıyorum ve affederek...
Anlayarak, hoşgörerek, çok içten güzel dilekler dileyerek...

Hoşçakal 6 ay, 1 yıl, 2 yıl
Hoşçakal otel
Hoşçakal ayrılık
Hoşçakal kavga, kırgınlık, kızgınlık
Bugün ilk defa tam olarak mutluluk var içimde
Ben birini sevmiştim, sonra intihar ettim, biraz da öldüm ve özgür olarak yeniden doğdum.

1 Haziran 2014 Pazar

Bakın atalar ne demiş?

Bize ne oldu diye düşündüm. Galiba acele işe şeytan karıştı...

Ben bir tencere, yuvarlanıp kapağımı buldum sandım ama iki cambazmışız ve bir ipte oynayamadık.

Ah ayrılık! Ölümden beter derlerdi de inanmazdım. Yine inanmadım çok fazla aslında. Zaman her şeyin ilacıdır, göz görmeyince gönül katlanır dedim ama unutmuşum işte. Aşkın gözü kördü ve ben hiç bir şey göremedim.

28 Nisan 2014 Pazartesi

Çok şey istemiyorum ki ben... Sadece saçım :)

Şu hayattan çok şey istemiyorum aslında. Saçım çabuk uzasın, bir de kıvırcık olsun, bi de parlasın, bi de çok kabarık olsun istiyorum. Çok mu?

Ee tabi parlak ve kıvırcık yapacak güzel bir şampuanım da olsun. Yani şampuanımı alacak kadar param, bir de saçıma yakışacak güzel kıyafetlerim ve ayakkabılarım olsun. Arada bir saçımın yanlışlıkla gireceği lezzetli bir yemeğim, çok sıcaklayınca onu ıslatacak suyum da olsun.
Unutmadan! Sabah işe gelir gelmez "Ayy bugün saçların ne güzel olmuş diyen" arkadaşlarım, kocaman da olsam saçını kurutmadan çıkma diye hafifçe kızarak tembihleyen annem ve babam olsun. Saçıma sıkılmadan fön çekecek eğlenceli bir kuaförüm, saçımı boyatınca geçecek minik depresif hallerim olsun.
Yazın saçlarımın rengini solduran güneşim, yüzdükçe saçımı sertleştiren tuzlu denizim olsun. Saçımı enseme yapıştıran yaz mevsimim, saçımı dağıtan rüzgarlı bir sonbaharım olsun, bi de saçıma papatya tacı yapabileceğim ilkbaharım olsun.
Yar saçların lüle lüle diye şarkılar söyleceğimiz eğlenceli akşamlarım, tüm kokusu saçıma sinecek sigaram, rakım, balığım olsun.
Saçımı boyattığımda farketmeyen ama benim saçlarımı koklamadan yaşayamayacak bir sevgilim olsun. Saçımı minik parmaklarının arasına alıp çekecek minik bebeğim olsun (saçları da bana benzesin tabii). İçimde, saç tellerim kadar çok sevgi olsun...
Her sabah aynaya baktığımda saçımı görebileceğim gözlerim olsun, saçımı savura savura yürüyebileceğim ayaklarım, saçlarımı sağ sola atabileceğim ellerim, arkasına koyabileceğim kulaklarım olsun.

Ve en önemlisi sabah uyanır uyanmaz saçımı yapacak kadar yaşama hevesim, sağlığım, huzurum olsun.

Çidolojik :)

26 Mart 2014 Çarşamba

Tadımız tudumuz

Tatlıyız bazen, tuzluyuz, ekşiyiz hatta acıyız.
İnsanız ama... Ve bazen karanlıkta boğuluruz sebepsiz.
Su gibiyiz...Bazen durgun, bazen dalgalı. Temizlerken kimi zaman birini, gün gelir boğarız en sevdiklerimizi.
Yok gibiyiz, var gibiyiz. Elimiz, ayağımız bazen nerede duracağını bilemezken, kalbimiz taş olur katılaşır aniden.
Nefretimiz, aşkımız, kinimiz, ahlaksızlığımız, hanımefendiliğimiz, beyefendiliğimiz, yalanımız dolanımız, doğrumuz, yanlışımız, öfkemiz şefkatimiz insan olduğumuzdan...
Sesimiz sessizliğimiz, çığlığımız dilsizliğimiz, isyanımız yakarışımız hep değişken.
Herşeyin bu dünyaya ait olduğunu bile bile esirgeriz birbirimizden...
Aydınlık da karanlık da içimizden gelir oysa ama hiç farkedemeyiz, hep dışardan zannederiz.
En önemlisi de; şimdi bu dünyalıyız, yani sadece şu anda, bir dakika sonrasını bile bilmeden...

Çidolojik

4 Mart 2014 Salı

Kurtuluş

Kurtuluş Savaşından çıkmış Türkiye gibiyim. Sanki yeni kurulmuş.

Vücudumun her yeri düşmanlar tarafından işgal edilmişti. Her bölgede isyanlar başlamıştı. Vahdettin kaçmıştı. Hasta adam diyorlardı bana. İçimde bir Kuva-yı Milliye oluşturuldu. Vücudumun değişik bölgelerinde düşman işgallerine ve ayaklanmalara karşı direnişler başladı. Her hücrem ayrı ayrı direniyordu. Haberler sinir sistemim aracılığıyla bir hücreden diğer hücreme taşınıyordu. Gitgide düzenli ordular oluşmaya başlamıştı vücudumda...

Kalbim ise Anzavur cephesi gibiydi. Kalbime giden damarlar düşmanlar tarafından resmen tıkanmıştı. Savaş günlerce sürdü ve günlerce süren bu kanlı mücadeleden galip çıkmayı başardım. Kanım kaynadı ve damarlarımın akıntılarında düşmalarım boğuldu. Bütün hücrelerimle barış anlaşması imzaladım. Köprüler, boğazlar ve iki ada bana kaldı. Ekonomi düzelmeye başladı. Savaş kalıntıları müzeye kaldırıldı. 

Şimdi bir bayram havası içimde. Kimse bundan sonra, gemisini alıp elini kolunu sallayarak geçemez benim denizimde!

Çidolojik

15 Şubat 2014 Cumartesi

Zaman Geç(me)

Yaralarımız kapansın diye zaman geçsin isteriz. Ama geçerken de yaşlandığımızı hissederiz.
Zaman, eski işimizi, kzıgınlıklarımızı, küslüklerimizi unutturur. Ama yenisini de katar...
Eski alışkanlıklarımızı, mutluluklarımızı, eski sevdiğimiz kıyafetleri unutturur. Ama yenisini de katar.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Yağmur ile Kar

Bu sene yağmur da kar da yağmadı.
Ama ilk defa gökgürültülü kar yağdı, kim kime kızdı bilmiyorum ama kavga edip kaçtılar birbirlerinden. Olan bizlere oldu. Ne kar beyazlığı gördük, ne yağmur duruluğu...

Kimse içini dökmedi, bazen birlikte yağarlardı o da olmadı. İkisi de gitti başka diyarlara. Kara bulutları bıraktılar üstümüzde...

2 Şubat 2014 Pazar

Yokluğunda

Yokluğunda çok kitap satın aldım, ama okuyamadım... Sensiz kitap okumak bile çok sıkıcıydı...
Yokluğunda kahvaltı hazırlamadım hiç, kahvaltı yapamadım... Kaymak nutella bile çok tatsızdı...
Yokluğunda İstanbul Boğazı'nın akıntılarına baktım ve zamanı o akıntılara bıraktım...

18 Ocak 2014 Cumartesi

Narkoz

Ameliyata girmeden 1-2 hafta önce korkmaya başladım. Ama ameliyattan değil. Ameliyat sırasında aldığım narkoz bünyeme az gelir de farkında olmadan uyanıp tüm bıçak acısını hissederim diye. Ve doktorlar bu uyanıklığımı da farketmezler diye.

1-2 hafta önce alkölü kestim ve sigarayı da nerdeyse hiç içmedim. Ama rüyalarımda hep ameliyat öncesi uyandım. 

Şimdi de ameliyatta narkoz alıp uyanmış gibiyim. Bütün bıçak seslerini ve acısını duyuyorum. Bir sürü şey söylüyorum ama duymuyor kimse. Çünkü aslında halen uyuşuğum, konuşuyorum sanıyorum aslında ama sesim kendime duyuluyor sadece. Yani beni biraz daha uyuşturun ya da bitsin bu ameliyat!

16 Ocak 2014 Perşembe

Veda

Aşkta ve Savaşta Filminden


....ayrıldıktan sonra Erny'yi hiç görmedim.

Kimi zaman, “o gün” beni kollarına alsaydı, neler olurdu diye düşünüyorum… Ama sanırım gururu yüzünden beni affedememişti. 

Bazıları bana Erny’nin hayatı boyunca bu acıyla yaşadığını söyledi...

Acılı çocuk, öfkeli bir adam, zeki zorlu bir maceraperest ve kendi neslinin en meşhur yazarı olmuştu. 

Ama benim kalbimde hep hevesli idealist ve şefkatli bir delikanlı olarak kalmaya devam etti. 


Ernest Hemingway İtalya’da yaşadıklarından ilham alarak yazdığı Silahlara Veda kitabıyla, 1954 yılında Nobel Edebiyat ödülünü kazandı. 4 defa evlendi ve 1961 yılında intihar etti.






10 Ocak 2014 Cuma