24 Aralık 2015 Perşembe

Zilan ve Bedir Yansımaları - Mide Bulantısı





Zilan, sabahın erken saatlerinde ezanın yankılı sesiyle uyandı. Kendini iyi hissetmedi. Bu evde ne işi vardı? Basbayağı yabancı bir evdi. Eşyaların kokusu da güzel gelmedi. Midesi bulandı. Günün iyice ağarmasını bekledi ve her şeyin hızlanmaya başladığı, araba seslerinin sessizliği bozduğu bir saatte evden çıktı, arabasına bindi ve öylesine sürmeye başladı. 15-20 dakika kadar sonra kendini Bedir'in evinin kapısının önünde buldu. Sabahın bu erken saatinde, kapıyı çalmadan önce "İyi ki Bedir" var diye düşündü ve sonra da kapının ziline bastı, hem de hiç tereddüt etmeden. Bir dakika geçmeden apartmanın kapısı açıldı.

Bedir her zaman çok erken kalkardı, ama bu kadar erken çalmazdı kapısı. Kendini biraz tedirgin hissetti. Meraklı gözlerle kimin geldiğini beklerken göz ucuyla saatine baktı. Merdivendeki ayak sesleri yaklaştıkça Bedir'deki tedirginlik gülümsemeye dönüşmeye başladı. Gelen Zilan'dı.

Zilan, Bedir'e gülümsedi. Hiç konuşmadan içeri girdi. Naber, ne var ne yokla başlayan, iyilik nolsun senden naber şeklinde devam edip, benden de iyilik valla nolsun diye sonlanan dünyanın en samimiyetsiz selamlaşmasını yapmadılar tabi ki, çünkü onlar çok samimi insanlardı. Bedir Zilan'ın ayakkabılarını ve paltosunu çıkarmasını bekledi, ona "hoş geldin" dedi ve sarıldı.

Zilan'ın belki de en büyük sığınağı Bedir, kendi yalnızlığında yaşayan ya da böyle rahat eden, 38 yaşında, çok daha genç görünümlü, eğlenceli, biraz olgun, biraz da serseri bir adamdı. Kadıköy'ün en dar sokaklarının ve caddelerinin ve hatta Moda'nın en iyi arkadaşı denebilirdi. Lacivert gözlerini Moda'nın lacivert denizinden almıştı sanki. Kendisi bile farkında değildi ama Bedir'in bu lacivert gözleri en çok Moda'dan denize bakarken güzelleşirdi, bir de Zilan'a bakarken.

Zilan, her zaman oturduğu tek kişilik koltuğuna kıvrıldı. Bedir mutfağa gitti, iki Türk kahvesi koydu. Ocağa baktı ve üstünde bir haftadır bekleyen çorba tenceresini fark etti. Tencerenin kapağını açınca gördüğü küflü görüntüden midesi bulandı, neredeyse kusacak gibi oldu. Ama midesini bulandıran şeyin çorbanın bozuk kokusu mu, yoksa bitiremediği yalnızlığı mı, bilemedi. "Yalnızlık böyle basit ve önemsiz işte, içi dolu çorba tenceresinin günlerce beklemesi ve küflenmesi sadece" diye dalga geçti kendi kendine. Yüzünü başka tarafa çevirip, koku almamaya çalışarak, tüm soğukkanlılığıyla çorba tenceresini temizledi. Sonra kahveyi fincanlarıyla buluşturup, Zilan'ın yanına gitti.

Zilan kahveyi aldı, bir yudum içtikten sonra da konuşmaya başladı.

"Bedir, bazen kendimi bir metrekareden biraz daha büyük, yani kıç kadar bir tuvalette klozetin hemen önünde kendimden geçercesine ağlarken buluyorum. Hem de böğüre böğüre ağlarken... Ağlarken midem bulanıyor. Ve öyle çok bulanıyor ki, hiç abartmıyorum ağzımdan çıkıp elime geldiği oluyor midemin. O bir metrekarelik kıç kadar yerden çıkıp, elimde midemle, lavaboya doğru yöneliyorum. Midemi musluğun altına götürüp yıkıyorum bi güzel, hazmedemediklerimi temizleme niyetiyle... O sırada lavaboya gelip gidenler de bakıyor ama anlamıyor elimdekinin midem olduğunu. Ne olduğu hakkında fikir yürütebilen bile olmuyor hatta. Bi elimdekine, bi bana bakıp gidiyorlar. Hiçbir şey sormasınlar diye göz göze de gelmiyorum hiç kimseyle. Şiş gözlerimi saklıyorum, nasıl olsa anlamayacaklarını düşünüp yıkamaya devam ediyorum midemi. Onlara dönüp, "hazım problemim var, ve aslında biraz da hazin" diyemiyorum... Şiş gözlerimi saklıyorum, beni ele vermesinler diye. Midemi biraz sevip geri yerine koyduktan bir kaç dakika sonra rahatlıyorum. Ağla açılırsın dedikleri bu olsa gerek diyorum içimden. Böğürme ve kusma hissi geçiyor... Sonra, gözlerime bakıyorum aynada. Gözlerimin  beni affetmesini bekleyip çıkıyorum tamamiyle tuvaletten."

Bedir gülümsedi. Kendisi iyi bir doktor olmasına rağmen, ona iyi gelecek bir ilacı bulamamış olmanın üzüntüsünü duydu biraz da. Zilan onun için çok önemliydi, sanki kalbindeki en büyük odayı o kapmıştı. İçinden bir parça gibi. Kardeş, arkadaş, sevgili, anne, baba, çocuk, tatil arkadaşı, ev sahibi ve işgalci; yani her şey gibiydi.

Zilan devam etti konuşmaya... Heyecanlı, coşkulu ve eğlenceli halinden bugün eser yoktu.
"Herkes çok konuşuyor Bedir, ben ise bazen konuşulan konulara dahil olamıyorum. Dün gittiğim yemekte tek kelime konuşamadım. Bir mantıktır gidiyordu insanlar arasında, çıkarlarını mantıklı düşünce diye yutturmaya çalışıyor herkes. Hatta kendi kalp sesinden bile utanıyor. Dinlediğim tüm cümleler benden çok uzaktaydı. Yine çok umutsuzlandım. Bir roman kahramanı olduğumu hayal edip yalvarıp durdum yazarıma, iyi bir hayat yazsın diye bana. Sıkılmak çok hadsiz bir duygu belki ama elimde değil. Ama ben o kadar sıkılıyorum ki, iyi bir omuza dayanmadığımı bile bile, devam ediyorum. Temizleyemediğim çamuru başka lekeyle kapatıyorum. Bana hep doğruyu fısıldayan kalbimin sesini dinlemeyi unutuyorum bazen ve onu dinlemediğim işte bu zamanlarda kendime ve zamanıma ihanet etmişim gibi geliyor. Daha da kötüsü Bedir, sürekli yanlış yerlerde uyanıyorum. Ve uyandığımda yine midem bulanıyor."

Zilan bütün ağırlığıyla devam ederken. Bedir, onun elini tutmak istedi ama vazgeçti. İçi hafiften cız edip yanmıştı bile çoktan, ama bu yanmaya da bir anlam veremedi. Aklından kendi ihanetleri geçti. Aldatan olmak, aldatılan olmaktan çok daha ağır diye düşündü... Onun da midesi bulandı.

Dışarı baktı kar yağıyordu, bir taraftan da gözünün içine içine giren kış güneşi yükselmeye başlamıştı. Görünenle hissedilen farklıydı, kendine benzetti. Tıpkı dışardaki hava gibi; Bedir'in de kalbi başka atardı, kendi başka yaşardı. Hayatında tek temiz kalan Zilan'la olan bu saf(tirik) ilişkisiydi. Bu saflığı da kaybetmekten çok korktuğu için, Zilan'ın hayatına tam da dokunamıyordu.

Sonra Zilan'a dönüp dedi ki "bak napalım biliyo musun? Dışarda kar başlamış, evden çıkalım, bahariyeye doğru yürüyelim. Sana, o çok sevdiğim dükkandan yılbaşı süsleri filan alalım. Kahvaltı yapalım. Vapura binelim, soğukta dışarıda oturalım. Beşiktaş'a gidip, boş boş gezelim. Bi yerde oturup kahve sigara yapalım. Sonra akşama dönelim Kadıköy'e. Acıkalım delice. Bu arada senin miden de iyice temizlenmiş olur belkş. Güzel bi yemek yiyelim, hatta sen seversin, bi iki şişe şarap içelim, sigara eşliğinde. Sonra çıkalım yürüyelim soğukta. Yürürken iyice sarhoş olalım. Susalım hiç konuşmayalım. Bugünlük ikimiz de kusmayalım."


Zilan ne diyeceğini bilemedi önce, sonra kalbinin sesini dinledi ve evine geri döndü. "Bugün değil" dedi, kalbi ona "bugün değil" dedi. Mide bulantısı henüz geçmemişti, eve girer girmez tuvalete gitti ve kustu.



22 Ekim 2015 Perşembe

Kadıköy'de iki ben






"Söyleyeceklerim var" dedi aylar sonra.


"Tamam" dedim, merak da ettim ne diyeceğini.
Buluştuk Kadıköy'de.
Ben en çok Kadıköy'ü sevdiğim için orayı istedim.
Anlatmaya başladı durumunu, biraz da ağlamaklı.
Pişmandı galiba çok anlamıyordum.

Belki de önemli değildi pişmanlığı. 
Hiç bir şey hissedemiyordum.
Sanırım artık iyice dışında kalmıştım.

Çünkü gözlerinin rengini unutmuşum resmen.
Yüzündeki hiç bir detayı hatırlamadığımı fark ettim.
Tanıdık hiç bir koku yoktu...
Beni sevmiş miydi onu bile tam hatırlamıyordum.

Biz yürüyorduk...
Ve yan yana 
Ve aylardan sonra...

Sonra bir Honda geçti yanımızdan.
"İstanbul'da çok az Honda var sanki, oysa Ankara'da çoktur" dedim.
Suratını astı, onunla ilgilenmediğim için sanırım.
Ama hangi hakla?
Sanki benimle her ilgilendiğinde, onunla ilgilenmek zorundaymışım gibi.

Neyse ben yine de bozmadım. 
Dikkatlice dinliyordum söylediklerini.
Aslında bazen kafam yanımdan geçen arabalara da takılmıyor değildi.
İnanıyordum biraz biraz anlattıklarına,
Günler geçmiş, ama özlemek canını acıtmış.
Dinliyordum kayıtsızca.
İçimden geçen binlerce küfür susturuyordu sesimi aslında.
Konuşmak istemiyordum.
O, bir şeyler söyleyeyim diye galiba yüzüme baktı.
Şaşkınlık içerisinde bile değildim. 
Bu sahneyi daha önce ben yazmıştım sanki. 
Biliyordum, bugünü...

Bir süre daha konuşamadım, söylediklerini sindirmeye çalıştım. 
O sırada barlar sokağından geçip Moda Caddesi'ne doğru çoktan yönelmiştik. 
Birden canım sigara istedi ama yanımda hiç sigara yoktu.
"Sigara içmek istiyorum" dedim. 
Sanki beni düşünürcesine "içmesen" dedi.
Ciğerlerime üzülüyormuş gibi baktı. 
"Salak" dedim.
Ama içimden. 
Benim iyiliğimi mi düşünüyormuş? 
Ne kadar da çok "etkilendim".

İnsan bazen bilemiyor, esas ciğerlerini ne kirletir, nefesini ne daraltır ve kendisini kim hasta eder?
Ama eminim, sigaranın bana kendisi kadar zararı olmamıştır. 
Biraz sırıttım ve yüzüne baktım
"Bence sen sigaradan daha fazla yıkıcı ve yok edici bir zehir taşıyorsun" dedim.
Tam konuşmaya devam ediyordum ki yanımdan bir Honda daha geçti.
Bakakaldım. 
06 plaka bir Honda.
Ona da işaret ettim. "Bak bu Honda da Ankaralı" dedim.
Fena bozulmuş olacak ki, konuya dönebilmem için tekel dükkanını gösterdi. 
Burdan al sigaranı dedi.
Hemen gittim aldım.
Yürümeye devam ettik. 
Pek hoşuma gitmese de sigara yaktım yolda yürürken.
Belki de inatlaşmış olmak için onunla.
Moda caddesinin sonuna gelmek üzereydik, tarihi iskelenin yoluna doğru yöneldik.
Bi kere gelmiştik biz onla buraya...
Ne zamandı hatırlamıyorum.

Yürüyorduk, aylardan ekimdi, hava ise bahar kadar sıcaktı.
Ve aylardır gelmesini beklediğim insan bütünüyle bir yabancıydı. 
Öyle yabancıydı ki tek bir hücresi bile tanıdık değildi. 
Elimi tutmak ister gibi elini elime dokundurdu.
Bir yabancı eliydi sanki.
Hava sıcaktı, ama elim buz gibi oldu.
Elimi çektim hemen, cebime soktum. 
Yüzüne ise hiç bakamıyordum, içinde hapsettiği küçük çocuğu filan görmek istemedim. 
Çünkü denemiştim ben. 
Onun içindeki çocuğa çok bakmıştım, onu çok sevmiştim. 
Oysa o benim içimdeki çocuğu felç etmişti.
Ve bana sigara içme diyordu 
Bakmadan konuşacaktım. 
Sanırım gözlerimin en büyük imtihanıydı görüp de ona bakmamak...

Yürümeye devam ettik. 
Bir süre konuşmadık... 
Aslında söyleyecek çok şeyim vardı, söylemek istediğim kişi de avuçlarımın arasındaydı, 
ama sanki artık hiç önemi kalmamıştı.

Nasılsın? dedi. 
Aylar sonra benim nasıl olduğumu merak edecek ne olmuştu ki? 
"Sanane" demek istedim, ama iyiydim ve "çok iyiyim" dedim.
"Ben iyi değilim" dedi.
Tarihi Moda iskelesinin oradaydık.
Burda birini öpmüştüm, güzeldi dedim içimden.
Sonra diğer öptüğüm adamlar geldi aklıma.
İyi ki öpmüşüm dedim, içimden yine.
Biraz denize baktık.
Beni çok özlediğini söyledi ve "geri dön" dedi. "Lütfen" diye de ekledi.
Sonra tatlı bir rüzgar esti, en sevdiğimden.
Saçlarım filan havalandı.
Deniz kokusu geldi ama onun kokusu gelmedi.
Aklıma bazı şarkılar geldi...


Yüzüne baktım.
"Kahve içelim mi" dedim. 
Umutsuzca ve mutsuzca "tamam" dedi ve yukarı doğru yürümeye başladık. 
Yolun sonuna geliyorduk ki, birden dengem bozuldu. 
Başım dönüyor sandım. Etrafımızdaki insanlar durmaya başladı.
Sanırım deprem oluyordu.
Ama kargaşa yoktu, herkes duruyordu.

Tam o sırada sağ taraftan hızlıca gelen bir bisikletliye soldan gelen bir araba çarptı. 
Sanki bisikletli arabanın önüne kendini bile bile atmıştı. 
İntihar gibiydi.
Bisikletin üzerindeki adam arabanın önünde 1 metre kadar sürüklendi.
Arabaya baktım 06 plaka bir honda. Ürperdim. 
Koşarak bisikletlinin yanına gittim.
Yüzüne bakmamla kendimi geriye doğru fırlatmam bir oldu. 
Çığlığı bastım sanırım.
Kendimi bedenimden ayrılmış ve başka bir bedene geçmiş gibi hissettim. 
Çünkü yerde kanlar içinde yatan bisikletli de oydu.
Az önce yanımdaki aynı kişi. Bana en son "geri dön", "lütfen" diyen kişi.
Arkama döndüm baktım emin olmak için, ama o yoktu.
Evet, tam da yerde yatıyordu o.
Ama bisiklet? 
Herşey nasıl birden değişmişti?
Aklım öylesine karışmıştı ki, kafamı kaldırıp Moda Caddesi'ne doğru baktığımda kendimi ve onu yürürken gördüm. 
Ben onunla yürüyordum orda.
Hatta gülümsüyordum, o bana bakıyordu. 

Oysa burda durum çok farklıydı. 
Kalbim çok hızlı atıyordu.
Ben ona bakıyordum, o kanlar içindeydi.
O da hafifçe gözünü aralamış, bana bakıyordu.
Aylar sonra.

Ama üzülmeye başladım, öleceğine.
Beni sevmenin tadına varamayacağına üzülüyordum. 
Saçlarımı koklayamayacağı için ona üzülüyordum.
Çünkü ayrılıyordu artık. 
Gerçekten ayrılıyordu, ve çok üzgündü.

Sonra anladım. 
Ben aslında onun ölümünü seçmiştim.  
Çünkü, beni sonsuzluğumda unutsun istemiştim.
Ve bir daha bu tuzağa düşmem demiştim.

Moda Caddesi'nde yürüyen az önceki benle ona baktım.
Her şey gizemiyle başka bir yere kaymıştı.
Onlar, sonrasında ne konuştular, ne anlattılar, nasıl güldüler, mutlu oldular mı hiç ama hiç öğrenemedim...
O hikaye öylece orda yürümeye devam etti.

Burda ise o ölüyordu.
Ben ise bir şarkı mırıldanıyordum.
Sözler çıkarken ağzımdan, içimden bir ağırlık kalkıyordu:

Unut beni sonsuzluğumda
Bir daha düşmem yok o tuzağa
Ruhumu vermem avuçlarımda 
Parçalarsın...








7 Ekim 2015 Çarşamba

C'est la vie


Şarabımı açtım ve sigaramı yaktım. C'est la vie!
Gelmişine geçmişine de... Sansürlemeden yazmak istiyorum ama neyse küfür yok!

Ama içimden de küfür ediyorum bolca. Hayatın efendice kısmını çoktan bir kenara attım zaten. Kafam da biraz güzel. Kime çok kırıldım, unutmuş bile olabilirim. Zaten çok güzel şeyler var aklımda, güzel anılar. Yelkenliler filan var mesela. Çok güzel bir aşk var... Eee tabi ki bu yüzden, ne zaman o yelkenlinin adında birini görsem dönüp bakıyorum, sırf adı onunla aynı diye sevebiliyorum bile...Ki sevmişliğim var...

Kafam biraz renkli, biraz sıcak, biraz da soğuk. Hiç bir şeye alışmak istemiyorum sanırım. Ne yaza, ne kışa, ne de bahara... Uzun bir yolculuktan geldim zaten. Sürekli değişen yollar... Yaban domuzlarından korkup kaçarken girdiğim çatallı yollar. Keşke bir yelkenli olsa da beni kurtarsa, alıp götürse dediğim yollar... Ama artık biliyorum, kendimden başka kimsenin beni bu yaban domuzlarından koruyamayacağını çok iyi biliyorum.

İnsan bilmediği şeyden biraz korkmalıymış... Daha da mühim olan şu ki, korkmam gerektiğini bilmediğim gibi, ne kadar korkmam gerektiğini de bilmiyormuşum. Belki de ben bu yüzden fazla saldırıya uğradım. Belki de bu yüzden kalbim fazla kırıldı. İçimde kalp kırıklarını onarmaya çalışan kişi vır vır konuşuyor da bazen, off sanırım hep aynı şeyi düşünüyor. Aslında o şey, kişi artık bir insan bile değil. Sembolik bir ağrı sadece. Onun ismi sadece bir hastalık ismi gibi. O yüzdendir ki ne zaman onun adında birini görsem, başka yöne dönüp bakıyorum, kalbim acıyor, sırf adı onunla aynı diye korkudan titreyebiliyorum bile. Ki titremişliğim var...

Oysa içimde deli dolu yaşamaya başlayan kişi susmak istiyor. Anlatmak istemiyor olanları, gelmişine geçmişine diye basıyor küfürü sadece, şarkı filan söylüyor bolca. Bir taraftan sürekli hayaller kuruyor, bir taraftan da mevcut dünyanın düzenine uygun hareket etmeye olabildiğince gayret ediyor. "C'est la vie" diyor.

Ben de ona uyuyorum artık. Bıraktım her şeyi akışına. Hiç kimseye, hiç bir şeye müdahale etmek istemiyorum. Bi yerde bana ne ki diğerlerinin tercihlerinden? Artık böyleyim diyorum, belki de içimde her türlüsü var. Ne gerek var zaten, sabit olmak, tutarlı olmak filan da istemiyorum. Şehirden şehire giden, gönülden gönüle geçen ve göz açıp kapayıncaya kadar kaybolan anıların arasında sadece uçmak istiyorum. Yani, yere iner miyim, inmek ister miyim hiç bilmiyorum? O yüzden, artık birine seviyorum demek için de hiç ama hiç acele etmiyorum. Sonuçta sevgisi bokuna karışmış bir sürü yaban domuzu var etrafta. Bir yaban domuzu geliyor, diğer bir yaban domuzundan korumaya çalışıyor... Gülüyorum sadece.

Aman neyse... Çok şükür ki artık bağlanma problemi olan normal bir insan gibi yaşıyorum!

Off ya, yine de erkek olsam ne güzel küfrederdim valla... Ama napçaksın işte, kadın kısmının ağzına yakışmıyor ki içimden geçen küfürler. Hele de benim gibi "naif" bir insana... Yok olmaz yani, ayıp olur... O yüzden biraz sansürlüyorum kendimi, C'est la vie deyip geçiyorum.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Eylem: yürüyordum

Kadıköy'deydim. Yürüyordum, ilk defa aramadım. Sanki çok zaman geçmiş gibi. Ben sanki buralıyım gibi. Her şey bana tanıdık, ama nihayet bazı şeyler yabancı. Aslında yabancılaşmak da yakınlaşmak kadar rahatlatıcı. Özgürüm hatta! 

Yürümek ne kadar güzel bir eylem, insanlara baka baka!

Olan bitene yabancılaşıyorum. Bu da güzel bir duygu! Kaç yanlışım bir doğrumu götürür bilmiyorum ama, şu içimdeki yalan dolan bir "doğruyu" aklımdan silip götüren tüm yanlışları seviyorum. Yanlış yapmak ne güzel bir eylem... Yürüyorum... Neyse ki Kadıköy bir tek şey dışında bana hiç kimseyi ve hiç birşeyi hatırlatmıyor. Öylesine bana ait ki. Bana ait olmayanları da unutuyorum. Unutmak ne güzel bir eylem!

Ve her yerde yürüyordum. Daha iyi anlıyordum. Anlamak ne güzel bir eylem! Kadıköy'deydim. Sızı yoktu. Yanlış ya da doğru yoktu. Yürüyordum yani...

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Kavak Yelleri

Hayat hep oyunlar kuruyor bence...

Metrodayım. Burası çok sıcak. Trenin gelmesine 1 dakika kala rüzgarı da geliyor. Hasret kaldığım bir rüzgar esiyor sanki. En sevdiğim şey oluyor. Saçlarım havalanıyor. 

Bütün kalp kırıklıklarım bir bir onarılıyor sanki. Trene biniyorum, bir sürü insan var. Herkes bana çok garip bakıyor. Tanımadığım bu kadar insanla aynı saatte metroda buluşmamızın bir amacı var mı acaba düşünüyorum. Ya da daha önce karşılaştığım diğer insanlarla. Çoğuna bakıyorum dikkatlice. Bi hikaye bulmaya çalışıyorum. Pek çıkartamıyorum. Bence metrolar çok sıkıcı ve havasız. Burası esmiyor. İnmek istiyorum.
Neyse ki az kaldı. Birazdan metrodan inip kadıköyden modaya doğru heycanlı ve eğlenceli bir yürüyüş yapıcam. Buluşmamızın amacını düşünücem. Her zamanki gibi güzel bir düş kurucam. Bence modada güzel bir esinti olacak. Mesela kavak yelleri esecek. Saçlarım havalanacak.

Havasız kalmayı unutucam...

5 Temmuz 2015 Pazar

Küçük bir pişmanlık





"Şu an ay ışığında güneşleniyorum.

Bugün de bütün dileğim tertemiz uyanmak... Hafızamdaki milyarlarca kareyi belirsizleştiriyorum, karşılıklı oturup bakışırken dolunayla. Ve tüm içtenliğimle "umarım hiç kimse mutluluğuma güçsüz ellerini bulaştırmaz" diyerek uykuya dalıyorum ve rüyamda renk renk peştamallar görüyorum.

Hikayemin hep kendi içimde sakladığım bir diğer karesi işte. Bu hikayeyi anlatmak en büyük zevkim haline geldi sanki... Bunu da söylemem lazım...

Bir kaç peştamalın aylarca içimi acıtmasıyla yaşamış olabilirim. Evdeki bütün peştamalları atsam bile bu acı gitmezdi, gidecek gibi değildi. Nerde bir peştamal görsem yine üzüleceğimi biliyordum. Mutlu bir tatil dönüşündeki tatlı yorgunlukla hayatıma katılan iki peştamalın aylarca bana ızdırap vermesini anlayışla karşıladım. Mutlu tatilimin özlemi ve tatlı yorgunluğum içimde gittikçe ağırlaşırken, "dünyadaki tüm peştamalları yakmak" gibi çılgınca bir fikrin tek kurtuluşum olduğuna gittikçe inanıyordum. Hatta bu çılgınca bir fikir bile değildi aslında, sadece imkansızdı... Yapabilsem yapardım ama hayalini bile kurmuyordum. Dünyadaki bütün peştamalların sırf ben üzülüyorum diye yok olması bir taraftan da çok bencilce geliyordu... Yapacak bir şey yoktu bu acıya katlanmak zorundaydım.

Her peştamal gördüğümde yine hatırlıyordum. Bir tatil dönüşü... Şimdi de hatırlıyorum, ama artık eskisi gibi acıtmıyor, ağır gelmiyor biliyorum...  

Her cümlede peştamal deyince, kelime anlamını da kaybediyor. Belki de bu yüzden yazıyorum. Anlamını yitirsin diye... Keşke hep anlamsız kalsa diye umuyorum.

"İnsan unuttuğu gün ölmüş demektir"

Ama gördüğümde hatırlıyorum.
Aynı şeyi...
Almamış olsaydım belki de çoktan unutmuştum diyorum. 
Ve küçük bir pişmanlık duyuyorum...

13 Haziran 2015 Cumartesi

Sıcak-soğuk "istanbul hatırası"



"Günlerden güz, mevsim sepya"ydı. Yanmak ise hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Bir yerlerde mutlaka başka bir hayatım daha olmalıydı. Bu "yaşadığım" birşey olamazdı, sadece ve sadece "karşılaştığım" bir şey olmalıydı.

Günlerden güz mevsim sepya
Bir tüy kalemle çizilmiş bekler
Bir hayat daha olmalı der gibi
Kahverengi tonlarda uykularda

Yaşanmış olanın yaşanmamışlıkla savaşı vardı içimde. 

Aslında Dünya bazen gereksiz küçük. Tam da böyle durumlarda, bazı kişilerle karşılaşmak ise büyük bir mesele olur...  Tesadüfe bak diye şaşırırken, iki kişilik kalmak ağrı yapmaya başlar ve Dünya biraz daha küçülür... Hakikati anlama mücadelesi başlar. Sonra bir bir anılar dağılır... Biraz sevgi biraz ızdırap birbirine karışır. 

Ah bu ne sevgi bu ne ıztırap
Bu şarkıyla gönlüm ne harap

Ne pahasına olursa olsun, hakikate asla karşı koymamam gerektiğini ve eninde sonunda beni olması gereken zamanda, tam da olmam gereken yere getireceğini biliyordum aslında. Biraz hissizleşirken anılara şöyle bir baktım, bazıları silik bazıları belirgindi. Ben ise güzel şeyleri hatırlamayı tercih ettim ...

Seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla

Bir kaç "İstanbul hatırası". Tek isteğim seyretmek zamanı, öylesine, hatta uzaktan.

Şimdilerde ise yazın da etkisiyle sanırım biraz sarhoş geziyorum... 
Yakınlaşınca birden, hiç bilmediğim, yepyeni bir dünyaya; içimdeki hafif çakır keyif olmuş şarkıcı mırıldanıyor...

Bir mısra gibi ağzınız
Dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarda

Henüz dillenmemiş ve hatta dinlenmemiş taze aşkların sevinci, sanki zihnimdeki kaçak yapılmış gecekondulara benzer anıları hedef alıyor... Eskimiş anılarım, İstanbul'un eskimiş binaları gibi yıkılıyor...Tıpkı kentsel dönüşüm gibi birşey var içerilerimde, yenileniyorum.

Nasıl anlatsam? Değişik bir sıcaklık var içimde.
Güneşin tam ortasında gibiyim....
Aslında tam olarak yanıyorum...
Ama yanmak hiç bu kadar sıcak olmamıştı diyorum :)

30 Mayıs 2015 Cumartesi

çok küfürlü yazı

     
                                        


Son bir senemi birbirine benzeyen kitapları okumakla geçirdim. Hepsi birbirine benzediği için de kitapları hep yarım bıraktım. Ama aklım o yarım bıraktığım kitaplara takılıyor zaman zaman. Birşeyleri yarım bırakmak iyi değil. Küçükken yemeğimi yarım bıraktığımda "arkandan ağlar" diye büyükler zorla yedirmeye çalışırdı. Ama bu sözün ne demek olduğunu çok sonra anladım. "Keşke" diyor insan bazen yarım bıraktıklarına...

Yine vapurdayım yine yazasım var, biraz da küfredesim var. Yarım kalan şeyler de var. Bütün o kitaplarda yazan şey de aynı şeyi söylüyor. "Düşünme, affet gitsin". Bazen affediyorum, bazen de olmuyor işte, affedemiyorum. Affedersem kitapları bırakıyorum, affedemezsem biraz daha devam ediyorum. 

Bir gün mesela bir vapurda karşılaşmak ve selamlaşmak istemiyor da değilim açıkçası. Vapur fikri güzel olabilir, ne de olsa birlikte hiç vapura binmedik... Şayet, tıpkı bugünkü gibi rüzgarlı ve çok mutlu bir günümde seninle karşılaşırsam, kulağına eğilip önce "seni seviyorum" diye fısıldamak isterim. Sonra ne bileyim sarılabilirim, özlem de var içimde yalan yok. Sonra belki yanağından filan öperim ve diğer kulağına eğilip usulca "Ben seni affettim, sevdim de... Ama lütfen artık bu son olsun, sen de affet... Ve şimdi aç gözlerini de, süzülüp giden şu dalgalar gibi artık bi siktir git" diye fısıldamak isterim. Ne güzel olur... Keşke karşılaşsak bi gün...


24 Nisan 2015 Cuma

Bir cinayet efsanesi!


                    

Burası cinayet mahali! Efsaneye göre katil tam da burdan hem de hiç gözlerine bakmadan iteklemiş kurbanını uçuruma ve intihar süsü vermiş onun gözlerine. Kurban ise önce aşağı doğru inerken mutluluktan uçtuğunu sanmış, yazık ki farketmemiş bile öldüğünü, taa ki bir ceset gibi kokana kadar. Ağlamış tabi sonra, bir ceset ne kadar ağlayabilirse. Ama kimse duymamış. Sonra denizin dalgasına kaptırmış kendini, çok derinlere inmiş, kapamış gözlerini ve orda öylece beklemeye başlamış balık olarak yeniden doğmayı. Katil onun hep öldüğünü sanmış ama yine de bir daha hiç denize girememiş. Yüzyıllarca balıklardan korkarak yaşamış. En uzun yaşayan katil demişler ona. 
Yine efsaneye göre birgün rüyasında bir balık ona "katiller de sever mi" diye sormuş o da "hayır, katiller sevemez, onlar sadece korkar" demiş.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Paralel İstanbul şehir hatları



Sıradan bir vapur hattında Eminönü'nden Kadıköy'e doğru gidiyorum ve elbette "çok şükür" diyorum içimden böyle huzurlu bir yolculuğa! Nispeten mutluyum, denize ve hatta bütün gün Balat'ın viran olmuş cumbalı evlerine hayranlıkla bakabildiğimi hissediyorum, hem de çok fazla şey düşünmeden. "Biraz hüzünlendim" diyorum "çok az" ama o da Balat'ın kendi havasından sadece.

Vapurun üst katındayım, açık havadayım. Denize filan da bakıp hayal kurabiliyorum. Aşırı mabel matize de bağlamışım kendimi. Arka arkaya dinliyorum. "Bir zeytin dalı, bir çift göz yeter, doydum"

Şu an oturduğum yerin biraz uzağındaki iki kişilik boş koltuk gözüme çarpıyor. Bu dünyada ve şimdiki zamanda boş iki kişilik öylesine önemsiz bir koltuk. Aklıma geliyor işte durup dururken. Düşünmeden duramıyorum yine. Hem bu aralar çok da moda oldu, paralel evren hikayeleri... Ben de kendime bir paralel evren hayali kuruyorum hemen. Hatta hayal değil eminim gayet, biz de, yani biz derken ikimiz* paralel sonsuz evrenlerin birinde veya belki de bir kaçında orada oturuyoruz. Üstüne üstlük bu dünyada ve şimdilerde olduğumuz gibi düşman da değiliz. Ve o kadar güzel seviyoruz ki diğer paralel evrenleri bile düşünmüyoruz, hatta paralel evrenlerin sonsuz varlığına ihtiyaç bile duymuyoruz.

Denizdeki dalgalar da fizik kurallarına uygun hareket ediyor. Ama ben komşu evrendeki dalgaları merak ediyorum yine durup dururken. (Aslında durup dururken de diyemem, hep böyle yaşıyorum.) Sonra, yan evrende, bu iki kişilik koltukta otururken dalgalar üzerinde yarattığımız farklı etkileri düşünüyorum. Oysa yandaki evrende bunların hiç biri aklıma bile gelmiyor. Tek bir şey düşünüyorum çünkü, hatta birlikte düşünüyoruz, ikimizi*...

Ve o kadar paralel ki her şey, bizim vapur başka bir vapurun yanına, tam olarak da ona paralel bir şekilde duruyor. Önce bizim vapurdan yan vapura geçiyoruz hep birlikte. Yan vapurdan da iskeleye geçiyoruz. İlk defa vapurdan böyle iniyorum aslında. Paralel evrene sıçramış gibiyim. Sonra yürürken birden "ikimiz"i görüyorum karşımda, ya da gördüğümü sanıyorum. Paralel evrenin paralel vapurundan bir yansıma belki sadece... Paralel evrenleri düşünürken, paralel vapurlardan geçerek iskeleye indiğim için belki de, şaşkınım biraz. Bu yüzden belki de ikimizi* gördüğümü sanıyorum. Belki de öylesine şizofrenik bir hayale kaptırıyorum yine kendimi, bilemiyorum tam. Belki de ne şimdilerde, ne de geçmiş zamanlarda, ne yan vapurda ne paralel evrende ne de gelecekte biz zaten hiç olmadık. Belki de ben sadece var "sanıyorum" ikimiz diye bir ikilik. Kim bilir?

*ikimiz: sen ve ben, biz, iki yarım, doğu-batı belki de gece gündüz,

2 Nisan 2015 Perşembe

Sayısal merak

                          

Söylemek istemiyorum kaç gün olduğunu, saymak da istemiyorum. Saymış olup, aklımda tutmak da. Bugünlerde bu sayma sayılarıyla aram bozuk zaten. Oysa ben çok severim sayıları. Hatta en çok da asal olanları. Kendisinden ve 1'den başka hiçbir sayıya bölünemeyen asal sayılar... Hiç onlara benzemiyorum ben. Onlar gibi bölünmez parçalanmaz olmayı isterdim. Oysa kaç kere bölündüm, parçalandım. Sonra da toplamaya çalıştım dağıttığım 1/5'imi 2/3'ümü. Kim bilir kaç parçamı da bir yerlerde kaybettim. Şimdi de kalan parçalarımla günlerdir aynı denizde yüzüyorum. Bir taraftan arınıyorum, bir taraftan balıklarla konuşuyorum ama karaya çıkamıyorum. 

Aslında denizin ortasında kalma hikayem kısaca şöyle... Çok güzel bir teknede yolculuk yapıyorduk, deniz bir harikaydı. Mükemmel bir maviliğin içinde kaptan yelkenlerini indirdi ve seyrüseferimize ara verdi. Sandım ki, durgun, dingin, güneşli, pırıl pırıl bir deniz sefası içindeyiz. Ama ne olduysa, birden ortalık karardı ve etraf bulutlandı. Bir fırtına kokusu sarmıştı ki, hiç beklemediğim bir anda kaptan, tekneye ağır geldiğimi adeta haykırarak beni denize itti. Yalvarmalarıma rağmen, sinsice, yelkenlerini açtı ve kendi gibi huysuz bir fırtınaya karışıp uzaklaştı.

Bir önemli ama eksik diğer hikayem ise şu... Ben küçükken merdivenlerden düşmüşüm. Abim de küçük tabi o zaman, benim düştüğümü görünce çok paniklemiş, koşarak merdivenlerden aşağı inip beni kucaklamış. Annem öyle anlatıyor yani, ben pek hatırlamıyorum. Acaba abimin benim için kaygılanıp bana sarıldığını hatırlasam hayatımda ne değişirdi? Sarılmak sıcak bir şeydir ya, sıcaklığı hatırlamak iyi olurdu belki. Merdiven kaç basamaklıydı ki? Ama neyse... Sonuçta hiçbirini hatırlamıyorum... Ya şimdi merdivenden düşsem, yine panikle sarılır mı ki? Merak ediyorum doğrusu... Kim bilir kaç gün oldu o günden beri, yani en son sarıldığımızdan beri... Hele bunu hiç saymak istemiyorum. Çok basamaklı bir sayı... İnsan birine sarılmaya hiç alışmadıysa nasıl olabilir ki zaten? Evet, çok merak ediyorum aslında ama bunun için merdivenden düşmeyi gözüm pek de yemiyor...

Son olarak... Merak ettiğim bir şey daha var. Kaptan acaba karaya indi mi sağlıcakla? Ve hiç de saymak istemiyorum bu günleri, ama... Ben daha kaç gün merak edeceğim bütün bu merak ettiklerimi?

9 Mart 2015 Pazartesi

Taze bir dünya hayali işte




Athena dinleyecektik birlikte! Hayal işte... Son olarak birbirimize bu sözü vermiştik... Aslında bir çok söz vermiştik de en sonuncusu buydu benim hatırladığım. Hayal meyal hatırlıyorum demek isterdim, ama henüz değil...

Sonra ben kendi kendime dinledim, söyledim. Hatta çok defa! Ankara-İstanbul arası 400 km lik şarkılar işte... 
Canım yanarak dinledim, herşeyi tersine çevirerek, yeniden yeniden başa sararak, yeniden dirilip yeniden yanarak... Ama nasıl anlardım ki başka canım yanmadan?

Yanlışa doğru demeden
Kendime yalan söylemeden
Yüzüne bakıp ağlamadan
Nasıl anlardım canım yanmadan
Beni bana hatırlatan yine bendim sonunda

Sonra yorulmak olmaz dedim, hayat ve yaşamak, su gibi akmak bir yanda, buz gibi donmak, ölmek ve kalmak öbür yanda.
Yeniden başlasam dibinden
Ne varsa, 
Yaşamak güzel, yeniden başlasam

Oysa her şey ama her şey nasıl da güzel başladı herkesin hayatında... İşler, arkadaşlıklar, aşklar, evlilikler, komşuluklar, doğumlar, emeklilikler, tatiller, yollar, okul, eğitimler. Hepsi ne kadar da sempatik, dolu dolu, heyecanlı baş-la-dı... 

Rutin hayat bu en büyük girdap
Dikkat et sempatik başlar
Antipatik ama enteresan alakam yok bunlardan
Vazgeçmediğim her şeyimi
Çöpe attım üstüne bastım
Anlatmakla olmuyor yaşaman lazım 

Yaşamak yarışına girerken, hırs girdi damarlara, çok değil, biraz sonra da gerçeklik unutuldu... 
Yaşamak sadece yaşamaktı aslında, yarışmak değil ki.
Yarışmak olsaydı bazılarımız sağ kalırdı sonsuza dek... Yani bence öyle olurdu...
Vazgeçemediğim şeylerden vazgeçmek zorunda kaldım sonunda...
Sonra da şunu söyledim kendime:
Bırak gitsin, savur hepsini okyanusa...

Yalandan okumuştum her şeyi
Ne kadar da boşlarmış oysa
Sahiplendiğin ne varsa
Savur hepsini okyanusa

Ne yapabilirdim ki affetmekten başka, çünkü hiç isyan edemedim ben, benim derdim hep kendimleydi. Elimden geleni iyi bilmek ve onu yapmakla ilgiliydi... Severken birini, "o" olabilmekti. Benim derdim, o serseri mayını aşka dönüştürebilmekti. Keşke kendi içindeki iyiyi görebilseydi, kendini görebilseydi bende. 

İsyanım yok can acıtana
Benim derdim başka
Uzakta bir yerde, sen gidince
Aklına geliyorsam eğer
Kendini görüyorsan bende
Yorma kafanı sen hiçbirine
Kime ne?

Yaşamak lazımdı, çok kavga ettik, çok yüz göz olduk. Çok ağır ve yalan davrandık. Ne arkadaşlıklar, ne aşklar kaldı ne de en güvendiklerimiz. Sahte ile tanışmıştık ve bu yüzden ayrılmamız gerekti sözde "fazla fazla" sevilmekten... 

Yok öyle yalan dolan, sahtekarlık yapmadan, yaşamak lazım
İki günlük dünyada değer mi dalaşmaya yaşamak lazım
Kandırmışlar herkesi aşkım sevgilim diye, ayrılmak lazım
Ne kadar zor olabilirdi ki biraz "haklısın" demek, haklı olmamaya veya savaşı kazanmamaya çalışmak, hatta savaşı yok saymak?

Bir geri adım atsan hayatın mı söner?
Zor olsa da denemeye değer

Çünkü,
Her şey güzel olacak, her şey güzel...

Ve ben yine sordum, bir ara yanarken kendime, "hayat bu kadar mı" diye? "Bence değil" dedi biri. Gerçek olmak gerek dedim ben de. Hatalarımı, zayıflıklarımı, güçsüzlüklerimi, kaybettiklerimi kabullenmek ve gerçek olmak... Sevmek mesela?

Hayat bu kadar mı?
Bence değil
Bir kaç sözüm var
Biraz senin gibi yıkılmayan duvarları var
Bazen esintili, bazen uzak yakınlarım var 

Ben böyleyim kendi yolumda

Hayatta benim
Her anımı yaşadıkça sevesim var
Aldırmam hiç yağmurlara
Benim güzel hatalarım var
Bir an bile vazgeçmedim
Kendi yolumdan 

Sonra düşündüm. Ben ne ara yanmıştım? Hayal meyal hatırlıyorum. 
Keşke dinleyebilseydik beraber bu şarkıları dediğim yol arkadaş(lar)ım... 
Artık hayal meyal hatırlıyorum.
Ege'ye doğru yol alırken zeytinliklerden geçerken, öylesine dinlerken, dalıp giderken. 
Yine bir keşke geçerken içimden, hayal meyal oluyorum...
Öylesine bir dünya hayali işte...
Benim sende yaşadığım, senin bende yaşadığın, gidenlerin yerini gelenlerin daha da çok doldurduğu yeşil ve taze bir dünya hayali...


31 Ocak 2015 Cumartesi

İnsanın Sekiz Yeteneği


"Gelişmiş insanların çok sakin bir nefes alış verişleri vardır. Normalde, dakikada elli kez nefes alır verirsiniz. Eğer dakikada on kez nefes alıp verirseniz son derece canlı olursunuz. Eğer dakikada beş kez nefes alıp verirseniz çok akıllı olursunuz. Eğer dakikada bir kez nefes alıp verirseniz yenilmez olursunuz. Nefesin gücü sizin denetiminizde olmalıdır."
                                          Yogi Bhajan


18 Ocak 2015 Pazar

Yeraltından Sesleniyorum, Topraktan...



Ne olursa olsun karşı koyamayacağız ona. Herşeye belki taş gibi, umursamaz, sert durup başkaldırabiliriz yeri gelince. Ama toprağa karşı değil. 

Ama orda bile dış görünüşümüze önem veriyoruz. En pahalı ve gösterişli mermerlerden yaptırma yarışındayız bedenlerimizin sonsuz uykuya daldıkları yatak örtülerini. Oysa çiçeğin açtığı, tohumun filizlendiği toprak o süslü mermer taşlarının altında da, en ucuz olanının altında da hep aynı. Hepimiz orda magmaya, yeryüzüne, güneşe, üzerimizdeki çiçeklerin köklerine eşit uzaklıktayız. Maddeci zihinlerimizin uydurduğu maddeci kademeler, kavgalar yok. Herkesin eşit olduğu ve eşit bir şekilde doğaya yeniden karıştığı, yağmurun dokunuşuyla kokuların değiştiği, ruhların arındığı yeraltı dünyası. 

Ne güzeldir ki kavgaların hırsların bittiği yerdir orası. 

Ne acıdır ki dünya gözünün kapandığı ve dilimizin sevdiğini haykıramadığı kadar sessiz bir yerdir orası.

O yüzden bir anlamı vardır elbet sevgiyle uğurlanmanın, güzel şeyler fısıldayıp dünya gözüyle gülümsemenin, vedalaşırken sarılabilmenin, seviyorum diyebilmenin, damarlara hırs dolu bir kalp uyuşturucusu enjekte etmek yerine, şefkatli bir ağrı kesici olabilmenin...


(Teyzemi Ziyaret)




8 Ocak 2015 Perşembe

Kıyım



Bazen ağaç budanır, güçlenmesi için.
Ağacın kurumuş dalları kesilir.
Hangi dalın kuruduğuna biz insanlar karar veririz.
Görebildiğimiz kadar sadece...

Bazen bir ağaç budanır, pencerenin önündeki manzarayı engellediği için.
O kendi güzelliğinden o kadar emindir ki, bir gün en güçlü dallarına baltayı yer.
Oysa, ona bakan gözler onu bir engel olarak görmüştür sadece...

Bazen de öylesine ağaçlar kesilir, yerine betonlar gelir, kağıt paralar gelir, hırs gelir, ego gelir.
Oksijen gider, yeşillik gider, güzellik gider, temizlik gider.
Buna ise kıyım denir sadece...

Hangisi olursa olsun, kimse hangi ağacın veya hangi dalın ne hissettiğini bilemez eğer görebildiği bir kütükten ve yapraktan ibaretse sadece...




İstanbul... Karlı bir günün sabahı...